mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Merkezde uyum ve çelişki
Ahmet Öncü - Ahmet Köse
politik iktisat yazıları / Evrensel Gazetesi
25.12.2004
|
Bu ve izleyen
yazımızda dünya ekonomisinin ticaret dengeleri üzerine yoğunlaşarak dünya ve
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gelişmeleri hakkında bazı gözlemlerde bulunmayı
hedefliyoruz. Kapitalizmin finansallaştığı neoliberal dönemin dikkat çekici bir
özelliği de, dünya ticaretindeki artışın dünya üretiminden daha hızlı
gerçekleşerek, küresel düzeyde sermaye birikiminin geçmişinde olmadığı kadar
dünya piyasasına dayanan bir yapıya dönüştüğüdür. Son yıllarda giderek
yoğunlaşan devletler ve bloklar arası siyasi ilişkilerin, giderek daha fazla dünya
piyasasının şekillenişi ve ticaret ilişkilerinin yeniden tanımlanışına
odaklanmış oluşu da büyük ölçüde bu gelişmenin bir sonucudur. Bu süreç “dış
piyasa” arayışındaki tekelci sermaye gruplarının beklenti ve taleplerinden
bağımsız olarak gerçekleşmemekle birlikte, ticaret müzakereleri ve düzenlemelerinin
temel aktörü halen ulus devletlerdir. Temel aktörü ulus devletler olan bu yapı, ulus
devletlerin sermaye ittifaklarının oluşturduğu bloklara bölünerek küresel düzeyde
sermaye birikiminin çelişkilerini derinleştirmektedir. Bu güçlü sermaye ittifak
alanları arasında günümüzde ilk akla gelen örnekler Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Anlaşması (NAFTA), Pasifik Asya Ekonomik İşbirliği (APEC) ve Türkiye sermayesinin
bir bloğunun içinde yer almak istediği Avrupa Birliği’dir. Bu açıdan dikkate alınması gereken durum,
dünya kapitalist sisteminin siyasal çelişkilerinin sadece devletler arasında değil
aynı zamanda bu devletlerin oluşturduğu bloklar arasında da sürmekte olduğudur.
Tarihsel olarak dünya kapitalist sisteminin de merkez ve merkez dışı sermaye
gruplarının küresel sermaye birikimine yönelik sürdürdükleri stratejiler, bu
grupların çıkar ortaklıklarında çelişik bir birlikteliğin varlığını ortaya
koymaktadır. Ulus temelli sermaye gruplarının küresel birikim stratejilerindeki bu
uyumsuzluk, kapitalist dünya sistemi içerisinde sermaye birikiminin çelişik mantık
alanından türeyen sürekli bir siyasal dengesizlik ve tehdidin var olduğu anlamına
gelmektedir. Bu açıdan günümüz kapitalizmine bakıldığında, merkez devletin (ABD)
sermaye gruplarının sınırsız ve bütünleşik “tek bir dünya pazarı” talepleri
ve politikalarını gündemde tutukları, buna karşın diğer güçlü devletlerin
sermaye gruplarının ticaret blokları içerisinde, ulusal ve bölgesel piyasalarını
koruma ve genişletme eğilimi içinde oldukları gözlenmektedir. Merkez devlet ABD’nin
dünya ticaret rejimine yönelik stratejileri ve politikaları bir devletler ve
sermayerler ittifakı olan AB’nin strateji ve politikalarıyla
karşılaştırıldığında küresel düzeyde sermaye birikiminin siyasal ve ekonomik
çelişkileri hakkında düşündürücü gözlemlerde bulunmak mümkündür. AB’nin piyasa hakimiyeti AB, 455 milyon nüfusuyla dünyanın en
büyük iç pazarına sahip ekonomisi ve dünyanın en büyük ihracatçısıdır.
Dünyanın en büyük yirmi ticari bankasının on dördü AB menşeilidir. Dahası
dünyanın en büyük ilk dört bankasının üçü, Deutsch Bank, Credit Suisse, BNP
Paribas AB’de bulunmaktadır. AB’li tekelci şirketler çoktan ABD’li tekelleri
kimya sanayiinde, mühendislik alanında, inşaat sektöründe uçak yapımında, gıda ve
tüketim mallarında geçmiş ve dünya piyasalarında hakim hale gelmişlerdir. Fortune
500’deki en büyük 140 şirketin 61’i AB’lidir. Bütün bu gelişmeler beraberinde
AB’nin, ABD’nin yerine geçecek olan dünyanın yeni süper gücü mü olacağı
sorusunu da gündeme getiriyor. Bu soruya kolay verilecek bir yanıt olmadığı gibi
böylesi bir geçişin yol açabileceği travmatik dönüşümlerin dünyayı nasıl bir
yörüngeye sokabileceği de muhtelif spekülasyonlara açıktır. Ortadaki tek gerçek AB’nin dünya
ticaretinde ABD’yi geçmiş olduğu ve bu açıdan dünya kapitalizminin yükselen yeni
merkezi Asya ile derin bir rekabete giriştiği ve yakın bir gelecekte aşırı üretimin
yaratacağı göreli piyasa daralması durumunda bu rekabetin daha da derinleşeceğidir.
Dünya ticaretinde toplam ihracatın % 20’sini kontrol eden AB, Asya’nın iki büyük
ekonomisi Çin ve Japonya gibi 1980’lerden bu yana ödemeler dengesinde ticaret
fazlasına sahip bulunurken ABD, daha önceki yazılarımızda ele aldığımız gibi,
dünya kapitalizmini büyük bir krize sokabilecek olan ve her yıl bir öncekinden daha
fazla büyüyen ticaret açıkları vermektedir. Mevcut durumda ABD’nin hegemonik
üstünlüğü giderek sürdürülmesi zorlaşan kısa dönemli mali sermaye girişlerine
dayanmaktadır. Bu fonlar büyük ölçüde Asya ve AB’den kaynaklanmakta olup, dolar
hakkındaki belirsizlikler yoğunlaştıkça daha ne kadar ABD’ye akarak bu “süper
gücü” finanse edeceği bilinmemekte ve dünya sisteminin dengeleri hakkında şüpheli
bir soruya dönüşmektedir. ABD bu durum karşısında askeri gücünü öne çıkararak
Asya ve AB’nin ekonomik üstünlüğüne meydan okumakta ve yarattığı ekonomi dışı
siyasal ilişkilerin bir tahakküm sistemi olarak güçler dengesinin merkezine
oturmaktadır. AB’nin ABD’den önemli bir farklılığı dünya hegemonya
mücadelesinde mali sermaye ve askeri üstünlük kurma arayışından daha çok sanayi ve
ticari bir üstünlük kurma hedefine yönelmekte olduğudur. AB’nin stratejisi ABD, IMF, Dünya Bankası ve DTÖ kanalıyla
dünya ölçeğinde “ticaretin serbestleşmesi” talebini ısrarla sürdürmektedir.
ABD bu hedefe ulaşabilmek için “serbest ticaretin” yaptırım ve düzenlemelerine
uymayan çevre ekonomileri kendi pazarını kapma tehdidiyle dize getirmeye
çalışmaktadır. Bu açıdan AB’nin ABD’den farklı bir yol izlemekte olduğu ve
küresel ölçekte ticaret serbestleşmesi yerine bölgesel ticaret serbestleşmesinden
yana olduğu izlenmektedir. AB her şeyden önce kendisi çeşitli ticaret engelleriyle
korunan dev bir iç piyasadır. Bunun yanı sıra AB, Afrika ve Akdeniz havzasında yer
alan azgelişmiş ülkelerin bir grubuyla ayrıcalıklı ticaret ilişkileri ağı kurmak
amacıyla AB merkezli bir bölgesel ticaret rejiminin temellerini atmış bulunmaktadır.
Bu açıdan AB’nin Akdeniz bölgesindeki ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve
protokolleri dikkat çekicidir. 2010 yılında Avrupa-Akdeniz Serbest Ticaret
Bölgesi’nin (AASTB) ortaya çıkmış olacağı şimdiden bilinmektedir. Bu bölgede
yer alacak olan ülkeler şunlardır: Fas, Cezayir, Tunus, Malta, Mısır, Ürdün,
İsrail, Filistin, Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Türkiye. 1995 yılında o zaman 15
devletten oluşan AB, bu ülkelerle Barselona Deklerasyonunu imzalamış böylelikle kendi
kontrolunda bir alt çevre ülke bloğu oluşturmuştur. Barselona Deklerasyonu sadece
Avrupa Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi hedefini içermemekte aynı zamanda Avrupa Akdeniz
İşbirliği (AAİ) adı latında bu bölgelerin dış ilişkiler politikalarında ve bu
anlamda askeri ve güvenlik konularında AB ile ortak hareket etmelerini öngörmektedir.
Dolayısıyla 2010 yılına gelindiğinde bütün Akdeniz havzasını siyasi olarak
kontrol edebilecek olan bir AB ortaya çıkmış olabilecektir. Bu ise o tarihpe kadar ABD
askeri gücüyle hegemonyasını sürdürmüş olsa dahi işlerin bundan sonra ABD için
zorlaşacağı anlamına gelmektedir. Bu açıdan Kuzey Afrika’yı içine almayı
hedefleyen ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesiyle AB’nin Avrupa Akdeniz
İşbirliği oluşumu bu iki mezkezin arasında yakın gelecekte ortaya çıkabilecek olan
bir çatışma noktası görünümündedir. Birliklerin çatışması Avrupa Akdeniz Serbest Ticaret Bölgesi ve
Avrupa Akdeniz İşbirliği arasındaki bağlantı, ekonomik anlaşmaların çevre
ülkeler üzerinde siyasal baskılar yoluyla bağımlılık ilişkileri oluşturmayı
içerdiklerine açık bir örnektir. Avrupa Akdeniz İşbirliği, Avrupa Akdeniz Serbest
Ticaret Bölgesi kurulmasının zorunlu bir önkoşulu olarak Akdeniz ülkelerine AB
tarafından dayatılmaktadır. Dolayısıyla ticaret ayrıcalıkları karşılığında
söz konusu ülkelerden siyasi ödünler istenmektedir. Bu açıdan ilgi çekici durum
AB’nin genişlemesini durdurduğu sınırın hemen yakın çevresinde yer alan
azgelişmiş ülkeleri siyasi ve kurumsal olarak denetleyebileceği bir düzenleme
içerisinde tutma girişiminde olduğudur. Bir başka deyişle AB, AB’ye üye olmayan
ancak AB’li üye ülkere benzer siyası, ekonomik ve kurumsal yapılara sahip bir alt
çevre dünya yaratmaya çalışmaktadır. Bu süreçte AB’nin ekonomik kuruluşları ve
en başta Avrupa Yatırım Bankası giderek bölgede ABD’nin güdümünde bulunan Dünya
Bankası’nın yerini alarak AB’ye bağımlı ekonomiler yaratmış olacaktır.
Sürecin aynı zamanda Euro’nun dünya parası olma yolunda doları biraz daha
zorlayacağı açıktır. Bu da iki merkez arasındaki bir başka büyük çatışma
noktası olmaktadır. Sonuç olarak AB ile ABD’nin söz konusu
strateji ve politikalarında izlenen uyumsuzluklar bu iki gücün arasındaki iktisadi ve
siyasal ortaklıklar bağlamında değerlendirildiğinde, AB ile ABD’nin
birlikteliklerinin çelişkili bir birliktelik olduğu gözlenmektedir. Bugün için bu
iki bloğun siyasal ve ekonomik talepleri IMF, Dünya Bankası, DTÖ, Birleşmiş
Milletler ve benzeri uluslararası kuruluşlar aracılığıyla uyumlaştırılmış gibi
görünüyor olsa da, bu yapının içerisinde sermaye gruplarının devlet ve küresel
rekabet çelişkilerinin bulunduğu açıktır. Bu çelişik yapıdan türeyen ve türeyebilecek olan birçok sorunun, Türkiye-AB ilişkilerinin merkezinde de yer aldığı ve alacağı unutulmamalıdır. Gelecek yazımız bu çerçeveden Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenmesini konu edinecektir. |