Önnot: Bu yazı oldukça uzun bir
yazı. Okunmaya değer mi? Bunu okuyucuya bırakmak gerek. Ancak, bu uzun yazının neden
okunması gerektiğine yönelik bir kısa açıklama yapmak, okumak istemeyen, çok
değerli zamana sahip olanlar için de uyarıcı bir not olacaktır. Bu yazıda SEKA
dersleri ışığında TEKEL'de yapılması ve yapılmaması gerekenler ana hatları ile
anlatılıyor ve en büyük tuzaklardan biri olarak mevcut sendikacılığın ulaştığı
kimlik anlatılmaya çalışılıyor. Ki, bu kimlik basit bir sarı sendikacılık,
işbirlikçilik olmayıp, daha da ötesinde işçi sınıfına büyük ihaneti içeren bir
kimliktir. Bu hali ile de bu yazı bir uyarıyı ve bu uyarı temelinde
"bilinenlerin" ötesinde önyargısız bir tartışmayı öneriyor. Okuyup,
okumak ise siz okuyuculara kalıyor.
İşçi sınıfı ve hareketi açısından önemli dersler bırakarak sona eren SEKA
direnişinden çıkarılacak dersler ile TEKEL'in özelleştirilmesi sürecinde
yükseltilecek bir işçi hareketinin önündeki en önemli engel panoptik
sendikacılıktır. SEKA direnişi ile karşılaştırıldığında TEKEL direnişinin
çok daha önemli olanaklara ve dayanaklara sahip olduğu anlaşılacaktır. Zira sermaye
cephesi ve onun temsilcisi olan hükümet SEKA'yı kapatırken, kendisine az çok
haklılık payı yaratacak olan "zarar etme" olgusu üzerinden hareket etmiş,
kamu oyunu oluşturmada da buraya harcanan her kuruşun halkın sırtına yüklendiğini
ileri sürerek yapmıştı. Kuşkusuz, bu söylem halk tarafından da hatırı sayılır
bir düzeyde kabul görmüş, öyle olduğu için de sorun daha çok SEKA işçilerinin
işsiz kalıp kalmaması meselesi düzeyinde ele alınmıştı. Bu durum, SEKA
direnişinin en önemli açmazlarından birini oluşturuyordu. Öte yandan SEKA
direnişinin asıl nedeninin özelleştirme politikası olduğu gerçeğinin topluma
yeterince yansıtılamaması, bu söylem üzerinden neo-liberal politikalara karşı bir
toplumsal muhalefet örülememesi ise SEKA direnişinin çapının darlığından
kaynaklanmıştır. Yine, SEKA direnişinin ülke çapında toplumsal muhalefeti
yükseltecek bir kaldıraca dönüştürülmemesinde sendikal bürokrasinin ve bu
bürokrasinin benimsemiş olduğu panoptik sendikacılığın da küçümsenemez
katkıları bulunmaktadır. Şimdi, SEKA'dan yola çıkarak TEKEL'e bakmak ve doğru bir
muhalefet hattı ile mücadele ortaya koymak mümkün müdür sorusunu sormanın
zamanıdır.
SEKA'nın yerel yönetime devredilerek üstü örtük bir şekilde yerelleştirilerek
"özelleştirilmesi" yankısını en çok açıkça özelleştirilecek olan
TEKEL'de buldu. Bu hem önemlidir, hem de bir temel zaafa işaret ettiği için oldukça
sorunludur! Zira, TEKEL'de gösterilen tepkinin boyutu ve şiddeti diğer
özelleştirilecek işletmelerde aynı şekilde yankısını bulamamıştır, ki bu
sınıf mücadelesi açısından şimdi not edilmesi gereken bir "durum"dur.
Türkiye'de canı yananlardan sonra ilk sesini çıkaranlar, sırada olanlardır.
Yakınlık sırasına göre de tepkinin boyutu değişmektedir. SEKA'dan sonra TEKEL
işçileri gelmektedir. Onlardan sonra da diğerleri sıraya girecektir. Ancak, sınıf
bilincinin ön plana çıkmadığı, ilkel sınıf tepkisinin mücadeleye egemen olduğu
bu süreç tersine çevrilmedikçe, işyeri işyeri mücadeleyi benimseme gibi büyük bir
yanlış yapan işçi sınıfının yenilgisi de kaçınılmazdır. Böyle olduğu için,
SEKA dersleri eşliğinde TEKEL işçileri mücadelesini örgütlerken bu mücadeleyi
işyeri sınırlılığından ve "sıradaki" basiretsizliğinden kurtarıp,
özelleştirme karşıtı bir platform temelinde neo-liberal politikalar karşıtı bir
mücadeleye dönüştürüp, oradan da anti-kapitalist bir hatta evirerek sınıf
mücadelesini hak ettiği siyasal mücadele boyutuna taşımak gerekmektedir. TEKEL'in
özelleştirilmesi bu açıdan oldukça elverişli olanaklara sahip bulunmaktadır.
TEKEL, SEKA değildir. Öyle olduğu için de daha etkili bir muhalefet ve mücadele
potansiyeline sahip bulunmaktadır. Eğer iyi değerlendirilip, sermaye cephesine karşı
işçi sınıfına cesaret, umut ve güven verecek, karşı tarafa korku, kaygı ve
umutsuzluk salacak bir mücadeleye dönüştürülebilirse, çok önemli bir kaldıraç
işlevi görebilecektir. Bunun için önkoşullardan biri olarak mücadele hattında
küçük çıkarlar peşinde değil, sınıf mücadelesini örgütleyip, geliştirecek,
iktidar perspektifli, küçük çıkarların bir kenara atıldığı, ertelendiği, ortak
ve birlikte bir mücadeleyi örmek, bu yönde bir irade göstermek gerekir. Bu
kararlılık, irade ve "fedakarlık" gösterilmediği sürece, tıpkı SEKA
eyleminde olduğu gibi, her siyasal yapı, sınıf mücadelesini öncellemiş gibi
görünse de buradan kendisini öncelleyen bir politika ile hareket etmeye devam eder,
olsa olsa bu da her siyasal yapıya biraz moral, biraz propaganda olanağı, belki birkaç
tane de sempatizan sağlayabilir; ama, sınıf mücadelesi açısından bakıldığında,
hem yenilgi halinde hem de kazanım halinde toplamda herkese daha büyük olanaklar
sağlayacak bir fırsat değerlendirilmemiş olur. Böyle olduğu için de sınıf
mücadelesini önemseyip, her fırsatı bu çerçevede bir olanak olarak değerlendirmek
isteyenlerin en büyük ortak paydasının sermaye cephesine karşı emek cephesinin
kazanımı konusunda hem fikir olmak ve ortak, birleşik, birbirini tamamlayan,
bütünleyen bir irade temelinde mücadele ve destek sunmaktır. Sorun, küçük
çıkarlar temelinde bir iki sempatizan daha bulmak ve orada biz de vardık demek mi,
yoksa, bu büyük mücadelenin taşlarını döşeyen, onu ileri bir aşamaya taşıyan
ortak ve güçlü bir mücadele hattı oluşturmak mı tercihinde yatmaktadır. TEKEL
işçilerinin mücadelesinin başarı koşullarından biri kendisine sahip çıkanların
ortak bir payda temelinde gösterecekleri güven verecek bu hatta bağlı bulunmaktadır.
SEKA'dan farklı
olarak TEKEL, zarar eden değil, tersine çok kar eden bir kuruluştur. Böyle olduğu
için, sermaye cephesi ve onun temsilcisi hükümetin zarar ediyorlardı, halkın
sırtından geçiniyorlardı türünden kamu oyu oluşturacak güçlü bir argümanı
bulunmadığı gibi, çok dezavantajlı bulunduğu bir konum söz konusudur. Böyle
olduğu için de TEKEL mücadelesi işçi sınıfının en önemli mücadelelerinden biri
olduğu kadar, işçi sınıfı adına siyaset yapanların da varlık nedenini
tartıştıracak bir mücadeledir. TEKEL'in özelleştirilerek bu mücadelenin
kaybedilmesi, Türkiye'de işçi sınıfının en haklı ve en güçlü olduğu yerde
mücadeleyi kaybetmesi anlamına gelir ki, bu durum işçi sınıfı adına siyaset
yapanların varlık nedenini de tartışmalı hale getirir! Sınıf bilincinin
yükseltilebileceği, kamu oyu oluşturmada en uygun argümanlara sahip olunduğu, TEKEL
işçilerinin mücadeleye oldukça istekli olduğu bir yerde bu mücadelenin kaybedilmesi
basit hataların değil, işçi sınıfı adına siyaset yapanların yetersizliğinin ve
politikalarının isabetsizliğinin tescil edilmesinden başka bir anlama gelmese gerek!..
Böylesi bir durum ile karşılaşmamak için TEKEL direnişi, mücadelesi için
şimdiden, özel olanının geri plana itildiği, en küçük katkı sağlayacak olanlarla
birlikte ortak mücadelenin ortak paydalarının oluşturulduğu bir hat oluşturmak,
"ne yapmalı"nın ilk sorularından ve yanıtlarından biri olmak zorundadır.
Zira, TEKEL direnişi, basit bir mevzi direniş, mücadele değil, sınıflar arası
mücadelede nihai zaferi işaret eden en önemli büyük muharebelerden biridir. Öyle ki,
bu muhabere sınıfın sınıf olarak oluşmasına katkıda bulunacağı gibi, dolaylı
dolaysız bu muharebeye dahil olan herkese can ve kan katacak bir mücadeledir de.
Çünkü, sınıf da siyasal yapılar da ancak bir eylem sürecinde kendilerini
oluşturup, geliştirebilirler. Mücadele etmeyen bir işçi kitlesi sınıf olamayacağı
gibi, sınıfın mücadelesine hak ettiği desteği, uygun bir şekilde sunamayan siyasal
yapılar da siyasal kimlik kazanamaz. Zira, aslolan ve belirleyici olan teori ile
donatılmış eylemdir! Ne ayrı ayrı eylem, ne de ayrı ayrı teori!
TEKEL direnişi, SEKA direnişi gibi tek bir kente sıkışmış ve çok sınırlı
sayıda işçinin hayata geçirdiği bir eylem olmadığı için de SEKA direnişinden
çok daha büyük bir potansiyele sahip bulunmaktadır. Çünkü, hem sayıca
kıyaslanmayacak kadar büyük bir işçi kitlesi söz konusudur, hem de ülkenin
tamamını kucaklayacak kadar yaygın bir eylem mekanına sahiptir. Böyle olduğu için
de mücadelenin boyutu ve kapsamı ülke genelini derinden etkileyecek kadar büyüktür.
Ancak, sermaye cephesi de bunun farkındadır, öyle olduğu için de en sert, radikal
önlemlerini almaktan geri kalmayacaktır. En azından tekelci basın SEKA işçilerine
sunmuş olduğu "pasif" desteği sunmayacak, tersine bir saldırı kampanyası
düzenleyecektir; SEKA direnişine gösterdiği ilgiyi göstermeyerek, sessizlik içinde
boğmaya çalışacaktır. Böyle olduğu için de işçi sınıf adına hareket edenler
çok çeşitli araçlar ile bu mücadeleyi ilkin hayata geçirilen yerlerde, sonra da
ülke düzeyinde duyurup, sınıf temelinde bir muhalefeti örgütlemenin yollarını
aramalıdır. Türkiye emek tarihi bu açıdan oldukça zengin deneyimlere sahip
bulunmaktadır.
TEKEL direnişi sadece burada üretimde bulunan işçileri değil, üretilen ürünleri
dağıtan esnafı ve tüketicileri de ilgilendirmektedir. Bu nedenle bu mücadele sadece
işçi sınıfı ile sınırlı kalmayacak, kendine müttefikler bulacaktır. Örneğin,
özelleştirme ile bir sigara satan bakkalın kar payı mutlaka azaltılacaktır. Bu
durumda bir bakkal ile bir TEKEL işçisinin çıkarları örtüşmektedir. Öte yandan,
özelleştirme ile birlikte, örneğin sigara üretenler, halkın sağlığından çok
maksimum karı düşüneceklerinden daha yüksek fiyat ve daha düşük bedellerle
üretimi esas alacaklarından, bundan işçiler kadar tütün üreten çiftçiler de
olumsuz etkilenecektir. Yine, yüksek karlılık nedeni ile kaçak rakı üretiminde
olduğu gibi halkın sağlığını tehdit eden kaçak üretim artacak, böylece
tüketiciler hem yüksek fiyat ödeyerek, hem de sağlığından olarak bu süreçten
ikili bir olumsuzlukla çıkacaktır. Bütün bunlar ise TEKEL işçileri kadar bu
mücadeleye, TEKEL ürünlerini satan esnaf ile bu ürünleri tüketen tüketicilerin
katılım potansiyelinin yüksek olduğunu göstermektedir. Böyle olduğu için de bu
mücadele halkın geniş kesiminden büyük bir destek görecek bir özelliğe, olanağa
sahip bulunmaktadır. Bu potansiyeli, olanağı hayata geçirmek ise, dar çıkar
beklentisinin ötesine geçerek, köklü bir başarıyı hedefleyen bir mücadele
perspektifini gerektirmektedir. Zira kaybeden TEKEL işçisi değil, onun adına mücadele
ettiğini düşünenler olacaktır. Bu durum, sınıf bilincinin ötesinde bir siyasal
bilince sahip olmayı gerektirir. Böyle olduğu için de TEKEL direnişi, mücadelesi,
Türkiye'de sınıf adına mücadele edenlerin var olma mücadelesidir. Bu mücadeleyi
önemli kılan da budur!... Zira, bir işçi her zaman işsiz kalabilir, daha kötü
koşullarda çalışmaya razı olabilir, böyle bir lüksü vardır! Ama, sınıf adına
hareket edenlerin bu mücadele olmazsa bir başkası deme lüksü yoktur TEKEL
mücadelesinin oluşturacağı olanaklar açısından.
TEKEL mücadelesi, direnişi, 1980 sonrasında işçi sınıfı adına Bahar Eylemlerinden
sonra en önemli fırsatı sunan bir mücadele ve direniştir. Çünkü, bağrında
özelleştirmeye, neo-liberalizme karşı bir mücadele potansiyelini, çok geniş bir
muhalefet oluşturacak düzeyde, taşımaktadır. Bu özelliği nedeni ile de Bahar
Eylemlerinden sonra sınıfın sınıfa karşı geleceği en önemli eylem potansiyeline
sahip bulunmaktadır. İşçinin, çiftçinin, esnafın yanı sıra geniş tüketici
kesimin de destek vereceği, bu destek sürecinde bilinç düzeyini yükselteceği,
sınıf kimliğini hem oluşturup hem de pekiştireceği bir olanak sunuyor TEKEL
direnişi, mücadelesi. Sorun bu durumun, sermaye cephesinden daha akıllı, kurnaz ve
yetkin bir şekilde toplumsal muhalefete ve mücadeleye taşınıp taşınmayacağında
yatıyor. Kuşkusuz
sorumluluk, TEKEL
işçilerinden çok işçi sınıfı adına hareket edenlere düşüyor. Zira TEKEL
işçisi, Tokat'ta milletvekili tartaklayarak, Adana'da Bakanlar Kurulu Başkanın,
Kasımpaşa "delikanlısı"nın geçtiği yolu kapatarak, Malatya'da çiftçiler
ile ortak mitingi düzenleyerek bu mücadeleye her boyutta hazır olduğunu
göstermiştir. Şimdi, sıra işçi sınıfı adına hareket edenlerin doğru bir
mücadele perspektifi çizmesindedir.
TEKEL işçilerinin mücadeledeki kararlılığını tehdit eden en önemli etkenlerden
biri sendikal bürokrasidir. Tehlikenin sahibi olanlar mücadelenin sahibi olarak da
ortaya çıktıkları için durum oldukça naziktir! Zira, işçi her şeye rağmen,
herkesten önce üyesi olduğu sendikaya ve onun yöneticilerinin tutumuna bakmaktadır,
tıpkı SEKA'da olduğu gibi. O zaman, ilk bertaraf edilmesi gereken şeylerden biri
sendikanın TEKEL işçilerinin mücadelesine vereceği zararı önlemektir. Bunun için
sendikal bürokrasinin çok farklı araç ve yöntemlerle ihaneti önlenebileceği gibi,
bu yöntemlerin işlemediği yerlerde farklı örgütlenme ağı oluşturularak sendikal
bürokrasi devre dışı bırakılarak, fiili gerçek bir işçi temsilciliği
oluşturulabilir. Bu süreçte, sendikayı "hizaya" getirecek en önemli
araçlardan biri olarak da işçilerin sendikadan istifa etme tehdidini de göz ardı
etmemek gerekir.
Sendikanın bu mücadeledeki tutarlılığı ve kararlılığı çok önemlidir. Ancak
Bahar Eylemlerinden SEKA direnişine kadarki sınıf mücadelesinin deneyimi
göstermektedir ki mücadelede esas düşman sermaye cephesinin kendisinden çok, sendikal
bürokrasi ve onun izlediği politikadır. O zaman, sınıf mücadelesinin başarıya
ulaşması için elimine edilmesi gereken "odaklardan" biri de sendikal
bürokrasi ve onun izlediği politikadır.
Yaygın bir ifade ile işçilere ihanet eden sendikalara "sarı sendika",
"işbirlikçi sendika" gibi sıfatlar yüklenmektedir. Ancak, sermaye cephesi
çok akıllı bir o kadar da zeki olduğu için aşınmış olan bu ilişkilere başvurmak
yerine daha akıllı yollar aramış ve bulmuş bulunmaktadır. Bu arayışın
nedenlerinden biri, kendisine rakip bir sistem olarak sosyalist sistemin (isteyen bu
sıfatlandırmayı tırnak içi, isteyen tırnak dışı okuyabilir) ortaya çıkması ve
işçi hareketinin göz ardı edilmeyecek kadar bir tehlike ve potansiyel içermesidir. Bu
durumda eski kaba, sarı sendikalar aracılığı ile işi çözümleyemeyeceğini anlayan
sermaye cephesi, yeni arayışlara girmiş ve çözüm olarak korporatist
sendikacılığı bulmuştur. Öylesine bir çözüm bulunmuştur ki, hem işçi sınıfı
mevcut kapitalist sistem ile bütünleştirilip, tehlike olmaktan çıkarılmış, hem de
işçi sınıfı sendikacılık açısından "altın çağını"
yaşamıştır!... Bu haliyle, aslında işçi sınıfı korporatist sendikacılık
altında altın çağını yaşarken çürütülmüş, sistemin sosyolojik anlamda bir
ajanına, aktörüne dönüştürülmüştür. Ki, bu bir çürüyüşten başka bir şey
değildir. TEKEL işçisinin direnişinin başarı düzeyi ise bu korporatist
sendikacılığı da yeterli bulmayıp, onu panoptik sendikacılığa taşıyan oluşumu
aşmaya bağlıdır. Bu nedenle ilkin bir parça korporatist sendikacılığı, sonrada
ihanetin şimdilik son aşaması olan panoptik sendikacılığı anlayıp, onun
panzehirini oluşturmak gerekmektedir.
Unutulmaması gerekenlerden biri, korporatist sendikacılığın sosyal devlet, refah
devleti uygulamasının gereksindiği bir sendikacılık olduğu, panoptik
sendikacılığın ise neo-liberal uygulamaların bir sonucu olduğudur. Onun için
sendikal hareketi dünden bugüne tartışmak gerekiyor. Aşağıdaki anlatım bunun
kaygısını taşıyor. Panoptik üniversitenin panoptik akademik camiası, şimdilik, bu
tartışmayı görmezlikten geliyor. Dileyelim ki, işçi sınıfı, onunun adına siyaset
yapanlar ve nihayet TEKEL işçileri bunu görmezlikten gelmesinler.
Kapitalizmin özüne dönüp, gerçek yüzünü sergilemeye başladığı bir zaman
diliminde, refah devleti, sosyal devlet yanılsaması da ortadan kalkarak işçi
sınıfına gerçeğin kendisini daha açık olarak gösterme olanağı doğmuşken,
sendikacılığın sonunun geldiği tezinin mutlaka işlenerek işçi sınıfının önce
örgütsüzleştirilmesi, sonra örgütsüzleştirilmiş bu işçi sınıfının korkulu,
kaygılı, yılgın ve gelecekten umutsuz bir ortam içinde çalıştırılması
gerekiyordu. Böylece, onları daha kolay ve daha yoğun sömürmek mümkün olacaktı. Ne
var ki, çeyrek yüzyıldır sermaye cephesi işçi örgütleri olan sendikaları
güçsüz, etkisiz kılmak için oldukça önemli çabalar göstermesine rağmen,
ulaşılan sonuç her yerde aynı olmamıştır.
Sendikal kriz ile üyelik kaybı eş kabul edilmiş, üye kaybı olan her yerde bir krizin
yaşandığından, üye kaybı olmayan yerlerde böyle bir sorunun yaşanmadığından
söz edilmiştir. Bu açıdan bakıldığına sendikal krizin daha çok Kara Avrupası ile
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve bunların çeperini oluşturan ülkelerde yaşanan
kriz olduğu düşünülebilir. Öte yandan, sosyal hakların görece gelişmiş olduğu,
korporatist ilişkilerin yüksek derecede seyrettiği İsveç, Finlandiya, Danimarka gibi
Kuzey Avrupa ülkelerinde sendikalar üyelik açısından hala “güçlerini”
koruduğundan burada bir sendikal krizden söz edilememekte, hatta bu ülkelerin
sendikacılığından dersler çıkarılmaya çalışılmaktadır. Güney Kore, Güney
Afrika, Brezilya, Filipinler gibi ülkeler de sendikal hareket ve mücadele oldukça
canlı olduğu kadar üye sayısında da sürekli artışlar yaşandığından buralarda
bir sendikal krizden söz etmek bir yana, bu sendikal hareketler örnek de alınmaya
çalışılmaktadır. Kapitalizmin doğup geliştiği ve kapitalizmin kendisini yeniden
restore ettiği topraklar olan Kara Avrupası ve ABD ile onun çevresini oluşturan
“bağlı ülkelerde” sendikalar, saldırıları göğüsleyememiş, ciddi kan
kaybetmiş ve gerçekten bir kriz ile karşı karşıya kalmıştır.
Sendikal krizin
yaşandığı ülkeler, sendikaların hala gücünü koruduğu ve gücünü artırmaya
devam ettiği ülkelere bakmış, onların özelliklerinden yola çıkarak krizi aşmak
için “yeni” sendikal politikalar üretmeye çalışmıştır. Örneğin, “Çağdaş
sendikacılık”, “Toplumsal hareket sendikacılığı (THS)” “Üyesiz
sendikacılık” bu tür gözlemlerin sonucunda oluşturulmuş sendikal krizi aşmak
için önerilen sendikacılıklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine, bu genel
sendikal felsefe ve politikanın yanı sıra, sendikacılıkta ihmal edilmiş olan kadın
ve genç işçilerin sendikalar ile bütünleştirilmeye çalışılması, örgütlenmenin
oldukça geri olduğu hizmet sektörü gibi alanlarda örgütlenme çabasına girişilmesi
gibi politikalar da krizi aşmak için gündeme getirilmiş diğer “önlemlerdir”.
Sendikal krizin yaşandığı yerlerde krizin nedenleri çok farklı etkenlerden
kaynaklanmaktadır. Baskın söylemde sendikal krizin temel nedeni olarak işçi
sınıfının yapısal değişikliği, yeni emek süreçleri ve yönetim politikaları
gösterilse de bunlar gerçeğin sadece küçük bir parçasıdır. Asıl sorun, sendikal
politikalar, felsefeler ve sendikal yönetimden kaynaklanmaktadır.
Sermaye cephesi, kapitalizmin yasalarına uygun kapitalist sistemi yeniden restore
ederken emek ile sermaye arasındaki ilişkileri düzenleyen mevzuatı da değiştirmekte,
işyerlerini adeta birer hapishaneye dönüştürerek buna özgü sendikalar, yöneticiler
ve işçiler yaratmaktadır. Krizin asıl nedeni burada yatmaktadır. Ancak, bu
sendikacılık türü bir anda oluşmamıştır. Bu sendikacılığın oluşumunda
sendikaları birer sosyal kontrol aracına dönüştüren ve sendikalara yalancı bir
bahar yaşatan 1945-1980 döneminin korporatist sendikacılığının da önemli bir
katkısı vardır. Korporatist sendikacılık anlaşılmadan sendikal krizin ta
kendisi olan panoptik sendikacılık ve sonuçları da tam anlaşılamaz.
Dolayısı ile bu krizi aşmayı amaçlayan yeni arayışlar da başarısız kalır. Bu
nedenle, sendikal krizi anlayıp, çözüm yollarını bulabilmek için önce korporatist
sendikacılığın temel özelliklerini ortaya koymak daha sonra panoptik
sendikacılığı iyi anlamak gerekir.
Aslında yaşandığı düşünülen sendikal krizin asıl kaynağı, Avrupa'da
sendikacılığın altın çağının yaşandığı 1945-1975 dönemindeki
sendikacılıktır. Bu sendikacılığın temel
felsefesi devlet ve işverenlerle çatışmaya girmeden, kapitalist sistemi ve bu sistemi
benimsemiş ülkelerdeki düzeni sarsmadan, sermaye cephesi ile uzlaşmayı tercih eden ve
sosyal kontrol aracı görevi üstlenmeyi benimseyen, iktisadi istikrarı hedefleyen
korporatist sendikacılıktır. Bu sendikal anlayış modeli ile geniş anlamda
toplum-devlet ilişkileri, dar anlamda işçi sendikaları ve işveren örgütlerinin
birbirleri ve hükümetler ile olan ilişkileri çatışmasız, uzlaşmaya dayalı bir
şekilde çözülmeye çalışılmaktadır. Korporatist
sendikacılık, devlet tarafından tanınan, faaliyetlerinin sınırları devletçe
belirlenen ve bu sınırlar içinde tekelci temsil hakkı tanınan, sınırlı sayıda
merkezileşmiş, zorunlu üyelik temeline dayanan, rekabetçi olmayan, hiyerarşik ve
işlevsel açıdan farklılaşmış kurucu birimlere sahip çıkarların temsil edildiği
bir sendikacılık sistemidir. Devlet sendikaların bazılarına yapısal ve fiili
ayrıcalıklar tanıyarak koruyup gözetir, bunun karşılığında da bu örgütlerin
işlev alanını, temsil edeceği çıkarları, üyelerin niteliğini, örgütün
yapısını, faaliyetlerini, liderliğin nasıl ve kimlerden oluşacağını denetler. Korporatist sendikacılıkta, politikaların
oluşturulmasında, uygulanmasında işverenlerle ve devletle işbirliği yapmak esastır.
Bürokrasi ile sendikalar ve işveren örgütleri iç içe geçtiğinden çıkarların
temsili geleneksel anlamını yitirir, devletle sendikalar ve işveren örgütleri
arasında üst düzeyde bir işbirliği doğar. Korporatist sendikacılık, sınıf
çatışmalarının düzenlenmesinin önemli bir unsurudur. Çünkü, korporatist politikanın oluşturulması
için emek ile sermaye arasındaki çatışmalara devletin müdahale ederek temsilcisi
örgütleri uzlaştırması gerekir. Bu uzlaştırmadaki amaç, çatışmaları
yumuşatmak ve sermaye lehine hayata geçirmektir.
Devlet, işçi ve işveren örgütlerinin özerkliklerini sınırlayarak onları devlet
politikaları doğrultusunda harekete geçirir ve yönetsel bir kontrol aracı olarak
kullanır. Bu süreçte sendikaların kamu politikalarının oluşturulma sürecine dahil
edilmeleri istihdam, kriz, rekabet gibi söylemlerle etkisizleştirilen işçi
sınıfının siyasi sistem için bir tehdit oluşturması önlenmiş olunur, böylece
işçi sınıfının var olan egemenliği sarsmayacak taleplerde bulunması sağlanmak
istenir. Bu durumda, işçi sınıfı ve sendikalar
mevcut çalışma ilişkilerini bir veri olarak kabul etme karşılığında sisteme dahil
edilmeyi kabul etmektedirler, yani "katılım", "sosyal diyalog" adı
altında mevcut sistemle bütünleşerek taleplerini ılımlılaştırmaktadır.Devletçe
sağlanan yapısal korporatist nitelikler ve sosyal kontrol yöntemleri, sendikaları
diğer çıkar gruplarına göre daha çok etkileyip kısıtlamakta, işçi sınıfına
daha büyük bir darbe vurmakta ve işçi örgütleri sistemle bütünleştirilmekte,
sınıfsal talepleri kabul edilebilir sınırlara indirgenmektedir.
Yukarıda belirtilen yaklaşım ve ulaşılan sonuçta şaşılacak bir yan yoktur.
Çünkü, iktisadi alanlarda giderek işlerlik kazanan korporatist sendikacılık, ulusal
ekonomiler arasındaki rekabetin, mülkiyetin yoğunlaşmasının, kamu politikasının
genişleyen rolünün ve sınıfları siyasi sürece katmak biçiminde ussallaştırılan
karar verme mekanizmalarının yol açtığı, istikrarlı, burjuva-egemen bir rejim
ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Çünkü,
egemen ideolojiye göre, kapitalizmin tekelci aşamasında, "küreselleşme"
diye adlandırılan süreçte, sermaye ve emek arasındaki paylaşıma ilişkin
çatışmanın ekonominin sürekli büyümesinin gerekleri ile bağdaştırılması
gerekmektedir. İşte tam da bu noktada korporatist politikalar ve gereksindiği
sendikacılık devreye girmekte, emek ile sermaye arasındaki bölüşüm sorununu ve
toplumsal sınıf çatışmalarını, sermaye lehine her seferinde yeniden yaratıp,
düzenleyerek kapitalist sistemi ve egemenliğini rahatlatmaktadır.
Sermaye cephesi adına bunca önemli işlevler üstlenmesine rağmen, korporatist
sendikacılık, özellikle 1980’li yılların başından itibaren kapitalizmin
gereksindiği sendikacılık için yetersiz kalmaya başlamıştır. Korporatist
sendikacılığın yetersiz kaldığı yerde görevi, kapitalizm adına, bir ileri aşama
olan, panoptik sendikacılık almalı idi. Temelleri özellikle 20. yüzyılın son
çeyreğinde atılan panoptik sendikacılık, bugün ulaştığı boyut itibari ile artık
sarı sendikacılığın bir üst aşaması olan korporatist sendikacılığın da aşkın
bir türü olup, işbirlikçilikte bugün ulaşılmış olan son aşamayı temsil eder.
Bugün itibari ile bir çok yerde oldukça olgunlaşmış olan "panoptik
sendikacılık" mevcut sendikacılığa, felsefesine, politikasına yönelik bir
yetmezliğin sonucu olarak ortaya çıkan yeni bir sınıflandırma olarak kabul
edilmelidir. Çünkü, "sarı sendikacılık", "korporatist
sendikacılık", "hükümet sendikacılığı", "devlet
sendikacılığı" gibi kavramlarla ifade edilen ve işbirlikçiliği tarif eden
sendikacılık için günümüzde artık bu kavramlar yetersiz kalmaktadır. Zira gelinen
nokta oldukça farklı olgulara işaret etmektedir. Bu nedenle bu yeni sendikacılığı
tanımlamak için yeni bir kavrama ihtiyacımız var. J. Bentham, denetim üzerine kafa
yormuş, denetim ve kontrol için iktidarın gözünün her yerde olduğu duygusunun
yaşatılmasının, bunun içselleştirilmesinin çok önemli olduğuna dikkat
çekmiştir. Hapishanelerdeki mahkumlar gibi sendikalarda yöneticileri ve işçileri de
denetim ve kontrol altında tutmak için sermayenin gözünün her yerde olduğu
duygusunun yaratılması gerekir. Bunun için de
önce yasal düzenlemelere, sonra da bu yasaların yarattığı duygunun işçilere,
sendikacılara içselleştirilmesi gerekir. İşsiz bırakma tehlikesi ile tehdit bu
sistemin olmazsa olmazıdır. İşsiz bırakma tehdidi işçiler ve sendikalar üzerinde
estirilen büyük bir terör olduğu kadar, onların geleceğe güvenle bakmasını
ortadan kaldıran, sürekli bir kaygı ve korku içinde kalmasını sağlayan, işverenin
isteklerini anında, en iyi bir şekilde yerine getirmesini olanaklı kılan bir terbiye
edici, uysallaştırıcı araçtır da. Panoptik
sendikacılığın da temel direğini oluşturur. Emek piyasasının, çalışma
ilişkilerinin, sendikal evrenin düzenlenip, yapılandırılmasında iktisat
politikasının en önemli baskı araçlarından birine dönüşen işsizlik ve kaygısı
bir veba gibi hızla işçi sınıfının içinde yaygınlaşarak onu teslim almaya
başlamıştır.
Bu temel kabul çerçevesinde yasal düzenlemeler
gözden geçirilip, incelendiğinde, bu düzenlemelerin ruhunun ve özünün panoptik
sendikacılığı oluşturmaya çok uygun olduğu görülmektedir. Sermaye birikiminin
önündeki engelleri mümkün olduğunca kaldırmayı, kar oranlarını artırmanın
olanaklarını kolaylaştırmayı amaçlayan yeni iktisadi düşünce ve onun ideolojisi
işçiyi daha verimli olmaya zorlayacak, iş denetimini kolaylaştıracak bir yasal
düzenlemeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç, Bentham'ın Panoptikon hapishane ile sağlamak
istediği denetim ve iktidarın her yerde olan gözüne olan ihtiyaçtan başka bir şey
değildir. Yani her işyeri ve sendika artık bir panoptikon hapishaneye
dönmüştür. Bu hapishanede gözetim için, iktidarın varlığını hissettirmek için
çok sayıda denetçiye gerek yoktur. Burada işçiler ve sendikacılar terbiye edilmekte,
kendi kendilerini denetleyecek bir özelliğe kavuşturulmaktadır. İşçiler ve
sendikacılar denetimi içselleştirmekte, dışarıdan bir denetim ve baskı olmadan,
kendiliğinden beklenenleri en iyi şekilde yerine getirmeğe çalışmaktadırlar. Bunu
sağlayan en önemli araç ise, daha önce de belirtildiği gibi, var olan işi, konumu
korumak, işsiz kalmamaktır. Kuşkusuz, bu durum
istemeyi de unutturmaktadır. İstemeyi unutmak, var olan ile yetinmeği de önemli
ölçüde tahrip etmekte, daha geri koşullara rıza göstermenin olanaklarını
yaratmaktadır.
Panoptik sendikacılığın ve işçiliğin en büyük etkisi işçide ve sendikacıda
iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik
halini yaratmaktır. Gözetim altında tutmanın, eylemi itibariyle kesintili olsa bile,
sonuçları itibariyle sürekli olmasını sağlamak; bu mimari aygıtın, iktidarı icra
edeninkinden bağımsız bir iktidar ilişkisini yaratan ve destekleyen bir makine
olmasını sağlamak; kısacası işçilerin ve sendikacıların bizzat kendilerinin de
taşıyıcısı oldukları bir iktidar durumunun içine alınmalarını sağlamaktır.
Bunu sağlamak için, esas olan sürekli olarak gözetim altında olunduğu
düşüncesinin içselleştirilmesidir. Bu nedenden ötürü panoptik sendikacılıkta,
iktidarın görünür ve varlığının kanıtlanamaz ilkesi büyük önem taşır.
İktidar görünür: tutuklu, yani işçi ve sendikacı, gözünün önünde sürekli
olarak, gözlendiğini varsayar. İktidarın varlığının kanıtlanamaz olması:
tutuklu, yani işçi ve sendikacı, o anda kendine bakılıp bakılmadığını asla
bilmez, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu da bulunmaz. Bu duygunun
yaşanabilmesi için, sürekli gözetim ve denetim duygusunun içselleştirilmesi
önemlidir, ama yetmez, panoptikonun felsefesine uygun olarak, bir de işçilerde ve
sendikacılarda "her sendikacı, her işçi bir gözetmendir, iktidarın
gözüdür" duygusunu yaratmak gerekir.
Yeni yasaların mimari kurgusu ve dili tam da bunu
gerçekleştiren bir özellik taşımaktadır. İşçilerde ve sendikacılarda
yaratılacak olan işsiz kalma kaygısı, korkusu, panoptikon hapishanenin görünmeyen
iktidarının ve gözetim duygusunun işçilere içselleştirilmesi yeni yasaların en
önemli kurgusudur. Kendine olan güvenini kaybetmiş, geleceğe yönelik olarak sürekli
kaygılı olan bir işçi, bir sendikacı artık kendi kendini denetleyecek, dışsal bir
baskı olmadan, bir emir verilmeden daha yoğun çalışacak, işçi çalıştıracak;
işyeri ve işveren ile daha uyumlu olacak, dayanışmadan uzak, sadece kendisini
düşünen bencil bir kimliğe ve sendikal politikaya da kavuşturulmuş olacaktır. Bu
ise sınıfa ihanetten başka bir şey değildir.
Panoptik
sendikacılığın ve işçiliğin temelleri iki
önemli mekanizma ile sağlanmaktadır. İlki işsizlik korkusudur. İkincisi ise yasal
düzenlemelerdir. Her ikisi birbirinin olmazsa olmazlarıdır. Zira, tam istihdamın
olduğu, ya da işsizliğin çok düşük olduğu zaman ve mekanlarda ne kadar yasal
düzenlemeye başvurulursa başvurulsun, panoptik sendikacılığı ve işçiliği
oluşturmak pek de kolay olmayacaktır. Zira işsizlik korkusu yaşamayan işçi ve
sendikacılar istemesini de bileceklerdir, ki bu da kendine güveni gösterir. Zaten
işçi sınıfının kendisine güveninin olduğu yerde panoptik sendikacılığın ve
işçiliğin yeşermesi de pek kolay olmayacaktır. İşsizlikle birlikte, panoptik
sendikacılığın ve işçiliğin temellerini atacak olan yasalar, mimarisi ve dili ile
bu korkuya dayalı kurguyu sürekli üreten aygıtı ve ilişkisini oldukça yetkin bir
şekilde yaratmaktadır. Kuşkusuz bu yaklaşım İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin
temel felsefesinden kopuştan başka bir anlama gelmez. Artık işçileri korumaktan çok, aslolan mümkün
olduğunca onları emek ve zaman açısından yoğun çalıştırmaktır, yani 19.
yüzyılın vahşi çalışma koşullarına geri dönmektir. Oysa 19. yüzyıl
çalışma yaşamının daha insanileştirilmesi yönünde çabaların yaşandığı bir
çağ olduğu kadar, ilkel işbirlikçi sendikacılığı temsil eden sarı
sendikacılığın ortaya çıkmaya başladığı dönemdir de. Demek ki, 21. yüzyılın
eşiğinde sermaye aşkın olarak 19. yüzyıl yaşanmaktadır. Yani, 19. yüzyıl işçi
sınıfı için bir iyileşmeye yönelik mücadelenin de ortaya çıktığı çağ iken,
21. yüzyıl kötüye gidişin derinleştirildiği bir çağdır.
21. yüzyılın ilk yıllarında yeni düzenlemeler ile sadece işyerleri değil,
sendikalar ve işçiler de artık işverenler için daha kolay denetlenebilir hale getirilmiştir. Böyle olduğu için de emek
gücü hem zaman hem yoğunluk açısından daha kolay sömürülme olanağı yaratan
görünmez hapishanelere hapsedilmiştir. Denetimi ise hem buraya gönüllü olarak
kendisini hapseden işçiye ve onun örgütü olan sendikalara bırakılmıştır.
Kendisini gönüllü olarak hapsetmiş olan bu panoptik sendikacılar ve işçiler
gözlenip gözlenmediklerini bilmezler, ancak sürekli olarak gözlendikleri duygusunu
yaşarlar. Çünkü hep kendilerini gözleyen birisinin olduğunu düşünürler, ama ne
zaman kim tarafından denetlendiklerini, gözetlendiklerini bilmezler. Yaşanması istenen
duygu sürekli gözetildikleri ve denetlendikleri yönündedir. Kendilerinden beklenenleri yerine getirmedikleri
takdirde işsizlikle cezalandırılacakları kaygısı tüm çalışma yaşamlarına bir
veba hastalığı gibi hakim olur. Saklanacak, gizlenecek bir yerleri yoktur. Her şey
açıktır. Bu durumda panoptik sendikacılara ve işçilere kurallara itaat etmek,
"uyum"lu davranmaktan başka bir şey kalmaz. Tersini sorgulamak bile
anlamsızdır. Önce ve sonra hep "ben"
vardır, "biz" duygusu çoktan terk edilmiştir. İşte panoptik denetim
bunu gerçekleştirmekte, işçilere, sendikalara işverene karşı itaatkar olmak ve uyum
içinde emirlerini yerine getirmekten başka bir seçenek bırakmamaktadır. Bazen emire
bile gerek kalmamakta, beklentiler kendiliğinden yerine getirilmektedir.
Sosyal politika önlemleri ile yüz yıl boyunca sömürüsü zaman ve yoğunluk
bakımından azaltılmaya başlanmış olan emek gücü, bu yasal düzenlemeler ile
sanayileşmenin ilk dönemlerindeki gibi hem emek gücünü yeniden zaman ve yoğunluk
bakımından acımasız bir sömürüye tabi tutmakta, hem de sermaye birikiminde, artık
değerin, sömürünün oranını yükselterek emek gücünün katkısını daha da
artırmaktadır. Yasanın temel amacı da bunu sağlamaktan başka bir şey değildir. Bu tam bir kapatmadır, emek gücünün, emekçinin ve
örgütü olan sendikaların kapatılması. Kuşkusuz panoptonik felsefeye uygun olarak.
Kapatan, her yerde mevcut ve görünür hale gelen iktidardır yani sermayenin ta
kendisidir. Bu iktidar sürekli yeni çarklar icat etmekte, işçilere atomize etmekte,
hareketsiz, tepkisiz kılmaktadır. Panoptik yasa işçi sınıfının gündelik
yaşamına girerek, örgütlü ya da örgütsüz hayatının her anında varlığını
duyurmaktadır. Bu nedenle panoptik işçilik ve
sendikacılık sermaye cephesi için bir devrim, işçi sınıfı için bir yıkımdır,
karşı devrimdir. Artık, hayatın her alanı işverenin iktidarınca gözetlenen,
işçinin, sendikacının kendisince denetlenen bir hapishane hücresidir.
Tarihin geride bıraktığı dersler ve deneyimler bu tür süreçlerin beraberinde
alternatifini, bu olumsuzluklara karşı direnç mekanizmalarını ve ruhunu da hayata
geçiren örneklerle doludur. İşsizlik korkusu ve kaygısını ortadan kaldıracak,
dayanışmayı geliştirecek, "ben" yerine "biz"i egemen kılacak,
güven duyan, istemekten korkmayan bir kimlik ve kişilik panoptik sendikacılığın ve
işçiliğin en iyi panzehiridir. Bunun için G. Afrika'ya, G. Kore'ye, Brezilya'ya,
Filipinler'e bakmak ve dersler çıkarmak çok yararlı olacaktır.
TEKEL işçileri ve onların şahsında işçi sınıfı adına mücadele yürütenler
için bir durum tespiti ve yol haritası çizen bu değerlendirmelerden ne kadar
yararlanıldığını ise yine bize tarih büyük bir öğretmen olarak gösterecektir.
(Meraklısı için not: Bu yazının ikinci bölümünü oluşturan panoptik
sendikacılık, önce TÜSAM'ın düzenlediği bir sempozyumda, daha sonra cumartesileri
Evrensel'in "işçi üniveristesi" köşesinde yazdığım bazı yazılarda
dillendirildi. Evrensel'in yeni yıl ekinde ise biraz daha genişçe ele alındı. Daha
sonra, Kaldıraç dergisi ile yapılan bir röportajda, Kızılbayrak dergisi ve Toplumsal
Özgürlük'te ana hatları ile açıklanmaya çalışıldı. Birikim'de dolaylı olarak
İş Kanunu'ndaki değişiklik nedeni ile başka bir boyutta ele alındı, İHD'nin
dergisinde de benzeri bir şekilde işlendi. Bu yazılara, belirtilen yayın
organlarının dışındaki siyasal yapılardan bir tepki gelmedi, ki bu anlaşılmaz bir
"durum" olarak değerlendirilmelidir. Zira, bu tespit en çok onları
ilgilendiriyor, ama onlar hala, burada tartışılan sendikacılığı yüz elli yıl
öncesinin durumu ve onun tespitleri üzerinden çözümlemeler yaparak, açıklamaya
çalışıyor. Ki, anlaşır gibi değil!... Öte yandan, birer panoptik hapishaneye
dönüşmüş olan panoptik üniversitenin panoptik "hocalarından" olumlu ya da
olumsuz bir tepki de gelmedi!... Ki, bu çok anlaşılır bir durum. Onların, böylesi
netameli bir konuyu tartışmaları, panoptik hoca olmalarını ortadan kaldırır. Onlar,
hala, küreselleşme vs. gibi masallar ile oyalanmakta yarar görmekteler, zira bunun
bulundukları konuma ve erişecekleri sıfata bir zararı yoktur!...) |