mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
|
Bayanlar, Baylar! Hepinize iyi akşamlar dilerim. Sevinçle karşıladığım bu davet için çok teşekkür ederim. Dr. Tanay Uyar, Heinrich Böll Vakfı ve diğer çeşitli hükümet-dışı örgütlerin daveti üzerine, atom enerjisiyle ilgili Almanya'daki deneyimlerimizi sizlerle paylaşmak için memnuniyetle İstanbul'a geldim. Memnuniyetle geldim, çünkü biliyorum ki, Türkiye gelişmekte olan bir ülke; biliyorum ki, Avrupa Birliği için aday ülke. Türkiye'nin böylece yeni gelişme olanaklarına kavuşmasını diliyorum. Almanya bu süreçte kendisini desteklemeyi arzu etmektedir. Bu sürecin aynı zamanda Avrupa Birliği'nin siyasal temellerine bir yakınlaşmayı getirmesini umuyoruz. İnsan hakları ve bütün halkların barış içinde bir arada yaşaması bu siyasanın temel direkleridir. Halklarımızın bu süreç içinde, şimdiye dek olduğundan daha fazla yakınlaşmasını diliyoruz. Bu gelişme sürecinde enerji sorununun son derece önemli olduğunu biliyorum, çünkü Türkiye enerji açısından hala yoksul. Gelişme için veya bu yoksullukla mücadele edebilmek için, daha fazla enerji gerekli olacaktır. Bu enerjiyi sağlamak ise, bence çevre problemleri yaratmadan da pekala mümkündür. Atom enerjisi konusunda Almanya'da yaşadığımız deneyimi memnuniyetle sizlere aktarmak istiyorum. Biz geçen zaman içinde gördük ki, atom enerjisi geleceği olmayan bir enerji türüdür. Berlin'deki yeni hükümet -ki, Kasım 1998'den bu yana iktidardadır- atom enerjisinin kullanımına son vermeye karar verdi. SPD ve Birlik 90/Yeşiller partilerinin koalisyon protokolünde bu husus kararlaştırılmış bulunmaktadır. Konu protokolde aynen şu şekilde yer alıyor: "Almanya'da bu yasama dönemi içinde, atom enerjisinin kullanımına son verecek kapsamlı, geri dönüşsüz bir yasal düzenleme yapılacaktır." Almanya gibi ileri ölçüde teknolojiye dayanan bir sanayi ülkesinin atom enerjisinden vazgeçme kararı, birçok ülkeyi şaşırtmış olabilir. Atom enerjisinin dünya ölçeğindeki gelişimi Başlangıç olarak, atom enerjisinin gerçekte nasıl bir gelişme gösterdiğini sizlere kısaca anlatmak istiyorum. Şu anda dünyada 434 reaktör işletme, 36 reaktör ise inşa halinde bulunmaktadır (Mayıs 1999'daki duruma göre). Batı Avrupa'da ve ABD'nde planlanan ya da inşa halinde olan tek bir yeni reaktör bulunmamaktadır. Almanya'da toplam 19 reaktör işletme halindedir. Son reaktör 1989'da şebekeye bağlandı. O zamandan bu yana, yeni reaktör kurmak konusunda herhangi bir somut plan duyulmadı. Yine de gizliyor olmak istemem; son yıllarda Fransızlarla birlikte yeni bir reaktör tipi geliştirmek üzere araştırma girişimleri söz konusu oldu. Yeni federal hükümet bu girişimleri artık etkin biçimde desteklememektedir. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın bu enerjinin dünyadaki gelişimi konusunda başlangıçtaki öngörüsüne bir bakalım. 1974'te bu kurum, 2000 yılında (yani günümüzde), yaklaşık 4 bin 500 gigavat (GW) kurulu güç öngörüyordu. Bu öngörüler her geçen yıl biraz daha aşağıya çekilerek düzeltildi. 1986'da öngörülen kurulu güç artık sadece 500 GW'a düşmüştü. Gerçekte ise, günümüzde dünyada sadece 353 GW'lik bir güç kuruldu. Yani 60'lı ve 70'li yıllarda umulandan, çok daha az bir bölümü… 60'ların başında ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa'da nispeten küçük birkaç reaktör inşa edilmeye başlandı. Reaktör siparişleri yaklaşık on yıl boyunca sürekli arttı. 1975'ten sonra ise azalma başladı. Özellikle şebekeye bağlı 106 reaktörü olan ABD'nde, 1973'ten bu yana yeni atom reaktörü ısmarlanmamıştır. Birçok sipariş iptal edildi. Son derece basit bir nedenden ötürü: Fiyatlar planlamacıların ve teknik adamların başlangıçta hesaplamadığı ölçüde müthiş artıyordu. Bu fiyat artışlarını Almanya'da da yaşadık. Biblis'teki ilk büyük reaktör 1969'da 750 milyon Mark olarak sipariş edildi. Gerçekte ise reaktör 850 milyon Marka mal oldu. Yine de aradaki farkın, tolere edilebilir sınırlar içinde kaldığı söylenebilir. En son inşa edilen aynı büyüklükteki Neckar 2 reaktörünün yapımına 1982'de başlandı, 1989'da işletmeye alındı. Bu reaktör başlangıçta planlandığı gibi 1 milyar marka değil, 5 milyar marka mal oldu. Büyük fiyat artışları bu reaktörün Almanya'da kurulan ilk reaktörden beş kat daha pahalıya mal olmasına neden oldu. Bugün elektrik şebekesinin ortalama yükünü karşılamak üzere yeni atom reaktörleri inşa edecek olsaydık, bunun çok pahalı bir elektrik üretim yöntemi olduğunda herkes birleşirdi. Ortalama yük, saat başına gerçekte düşen elektrik ihtiyacıdır. Buna karşın maksimum yük öğle saatlerinde, birçok sanayi işletmesinin ve evin aynı zamanda elektrik kullandığı anda ortaya çıkar. Atom santralları maksimum yükü değil, ortalama yükü karşılamak üzere kurulmuştur. Eğer bugün ortalama yükü karşılayacak santrallar kuracak olsak, atom santrallarının ürettiği elektrik çok pahalıya gelecektir. Pahalıya gelecektir, çünkü işletme halindeki eski santrallarda sermaye maliyetini, yatırılan sermaye için faiz ve amortisman giderlerini artık dikkate almak durumunda değiliz, tersine bu reaktörler kendilerini amorti etti ve artık sermaye maliyetleri yok. Bu nedenle eski santrallardan elde edilen elektrik ucuzken, yenileri çok yüksek elektrik maliyetleri getirecektir. Almanya'nın atom enerjisi kullanmaya son vermesi için sekiz önemli neden vardır. Bu nedenlerin her birini ayrıntılı olarak ele almak istiyorum. 1. Uranyum madenciliği ve uranyum yatakları Uranyum madenciliği, yatakların durumuyla yakından ilişkilidir. Atom enerjisinin bugünkü ya da gelecekteki, artışı dahi hedeflenen kullanımı düşünüldüğünde, dünya üzerindeki uranyum ne kadar süreyle yeterli olacaktır? Uranyum madenciliği ile bu esnada oluşan tehlikeler arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü yeraltından çıkarılan uranyum radyoaktiftir ve çevrenin radyoaktif ışınlarla kirlenmesinde payı vardır. Rezervlerin durumu: Atom enerjisi üreticileri, bugün dünyadaki hazır rezervlerin 40-50 yıl kadar dayanacağını hesaplıyor. Ancak bu varsayımda esas alınan, uranyum madenciliğinin bugünkü maliyetleri değildir. Eğer bugünkü maliyetleri temel alacak olursak, dünyada belki de sadece 12 yıllık hazır rezerv bulunduğu söylenebilir. 40-50 yıl yetecek rezervlerden, ancak uranyum madenciliğinde altı kat maliyet artışı hesaba katacak olursak, söz edilebilir. Dünyadaki rezervler 3 milyon 300 bin ton olarak tahmin edilmektedir. Yıllık ihtiyaç 65 bin ton civarındadır. Ancak madenlerden elde edilen miktar, örneğin 1996'da, sadece 36 bin ton kadardı. Bu ise, tüketimin sadece yaklaşık %60'ıdır. Kalanı ise, dünyada bulunan çok sayıdaki atık deposundan karşılanmaktadır. Bir reaktörün yılda yaklaşık 150 ton uranyuma ihtiyacı vardır. Eğer Türkiye'de gelecekteki enerji ihtiyacının karşılanması için altı reaktör planlandığını varsayacak olursak, her yıl yaklaşık 900 ton gerekli olacaktır. Türkiye'nin de henüz kullanılmamış uranyum rezervleri mevcuttur. Bu rezervlerin hemen hemen 9 bin ton civarında olduğu tahmin edilmektedir; yani Türkiye kendi altı reaktörünü çalıştırmak için 10-12 sene uranyum madeni işletebilecektir. Ancak reaktör ömrünün 40-50 yıl olarak hedeflendiği düşünülürse, bu miktarın çok yetersiz olacağı anlaşılmaktadır. Türkiye kısa bir süre sonra, uranyumun 10-20 yıl içinde oldukça kıt ve pahalı hale geleceği dünya pazarına çıkmak zorunda kalacaktır. Bu noktada, "uranyum rezervlerinin ömrünü uzatmak mümkün değil mi" sorusu ortaya çıkıyor. 1950'li yılların biliminin iddialı bir şekilde sarıldığı "hızlı üretken" adıyla bilinen teknoloji, teorik olarak mevcut uranyumda 50 kat çoğalma potansiyeli vaat ediyordu. Böylece bu teknolojinin dünya çapında uygulaması başladı. Ancak fiilen gerçekleştirilebildiği kadarıyla, hızlı üretken teknolojisi 50 kat çoğalma değil, en üstün özellikli reaktörde bile sadece 1.2 kat bir artış getirebildi. Yani uranyumu çoğaltmak için uygulanan bu teknoloji son tahlilde başarısızlıkla sonuçlandı. Almanya'da da Kalkar'da böyle bir hızlı üretken inşa edildi. 300 megavat (MW) elektrik üretmesi öngörülüyordu. İnşa süresi 3 yıl, maliyet ise 310 milyon mark olacaktı. Gerçekte ise inşaat 19 yıl sürdü, tesise 7 milyar mark yatırıldı ve bu reaktör hiçbir zaman elektrik üretmedi. Bu teknolojiden vazgeçildi. Bugün inşaat kalıntıları üzerinde büyük bir eğlence merkezi kurulmuş bulunmaktadır. Bu arada Fransızlar da büyük hızlı üretken reaktörleri Superphenix'e kilit vurdular. ABD'de işletme haline hiçbir hızlı üretken kalmadı. İngilizler de vazgeçti. Bu programlar halen sadece Japonya ve Rusya'da uygulanıyor. Uranyum madenciliğinin kendisine gelelim. Daha önce de söylediğim gibi, dünyada mevcut yataklar sınırlıdır. Bu nedenle hatırı sayılır anlamda maden içeren yataklara yönelinmektedir. Dünyadaki en zengin yataklar, toplam rezervlerin %20'sini barındıran Avustralya'dadır. Bu rezervlerin bir bölümü, tam da Kakadu Milli Parkı'nda bulunmaktadır. Bu park birinci sınıf bir doğal dünya mirasıdır ve Avustralya'nın yerlileri olan Aboriginie'lerin çekildiği son yaşama alanlarından biridir. Avustralya'da bu eşsiz doğal kaynakların ve Aboriginie'lerin son yaşama alanlarının tahrip edilmesine karşı sert ve güçlü bir direniş yükselmektedir. Görüyoruz ki, uranyum kullanmayı sürdürdüğümüz takdirde, yaşama alanları tahrip olmakta, insanların vatanları ellerinden alınmaktadır. Almanya'da vardığımız sonuca göre, atom enerjisinin ulusal kullanımının hedefi, yabancı ülkelerde büyük sorunlar doğurmak olamaz. Almanya'da da uranyum madenciliğinin ne kadar zor ve problemli olduğunu biliyoruz; çünkü 1980'li yıllara dek bizde de uranyum çıkarıldı. Uranyum madenciliği geride bize kötü şeyler bıraktı. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalmış, yığınla moloz; bu yığının üstesinden nasıl gelineceğini hiçkimse doğru dürüst bilmiyor. Geçmişin bu yükünden kurtulmak için Almanya'da şimdiden 7 milyar markın üzerinde para harcadık. Bu maliyetler hiçbir elektrik faturasında görünmez. Bunlar vergi mükellefinin ödemesi gereken yüklerdir. 2. Yakıt elemanlarının üretimi Yakıt elemanlarının üretimi basit değildir. Yeraltından çıkarılan uranyumu, reaktörde kullanılabilecek şekilde hazırlamak için birçok fabrikadan oluşan bir zincir gereklidir. Bu süreç zenginleştirme ile başlar. Doğal uranyum içinde çok düşük miktarda kullanılabilir uranyum mevcuttur, dolayısıyla oranının artırılması gerekir. Uranyum, enerji-yoğun ve aynı zamanda karbon dioksit emisyonuna neden olan yüksek oranda fosil enerjinin kullanıldığı bir dizi fabrikada işlenerek yakıt elemanı haline getirilir. Üretimin çeşitli halkaları çoğunlukla uzun transfer yollarıyla birbirine bağlanmıştır. Tehlikeli yük, özellikle gemilerle dünyanın çeşitli bölgelerine, örneğin Rusya'dan Avustralya'ya, Kanada'ya, üreticinin üretim maliyeti açısından en uygun gördüğü yer neresi ise, oraya gönderilir. Ancak kullanımından, atom reaktöründe yakılışından sonra da yakıt elemanları henüz emin ellere geçmiş değidir. Yeniden işlenmek üzere yoluna devam eder. Almanya'da ticari anlamda yeniden işleme yapılmamaktadır. Almanya'nın yakıt elemanları Fransa'da ve ayrıca İngiltere'de işlenir. Bu ise, yeniden transfer sorunlarının gündeme gelmesi demektir. Bu soruna daha sonra yine döneceğim. 3. Atom santrallarının rutin işletmesi esnasındaki radyoaktif emisyon Kaza olmadığı durumda da atom santrallarından radyoaktif madde emisyonu söz konusudur. Çok şükür ki, emisyon yüksek oranda değildir, çünkü bu çok kötü olurdu. Ancak düşük dozdaki raydoaktif ışınlar, eser miktarlar da dahil olmak üzere, insan sağlığını etkilemektedir. Almanya'da atom enerjisi tesislerinin çevresinde, örneğin Hamburg yakınlarındaki Krümel santralının çevresinde lösemi vakalarında artış kaydedilmiştir. Bu yüzden, artan lösemi vakalarının santrallardan ileri gelen emisyon nedeniyle mi ortaya çıktığı konusunda, Almanya'da geniş bir bilimsel tartışma sürmektedir. Konu bilimsel açıdan henüz bir sonuca bağlanmış değil, ancak radyologlar ışınların lösemiye neden olabileceğini gayet iyi bilir. Altında löseminin kesinlikle meydana gelmeyeceğinin ileri sürülebileceği bir sınır değeri yoktur. Sadece şunu ileri sürebiliriz: Çevrede ne kadar az radyasyon varsa, insanlar o kadar düşük dozda ışına maruz kalır. Yine de en düşük ışın dozlarının bile tek tek insanları etkileyebileceği konusunda bilim bugün hemfikirdir. Ayrıca atom santrallarının çevresinde sakat doğumların da arttığını gözlemekteyiz. Bu konuda özellikle son yıllarda Bavyera Çevre Bakanlığının Bavyera'daki atom santrallarının çevresinde yürüttüğü bir araştırma dikkatleri toplamıştır. Önümüzdeki yıllarda, santralların çevresindeki sakat doğumlardaki artışın nedeninin gerçekten bu tesisler olup olmadığı konusunu daha yoğun olarak araştıracağız. 4. Reaktörlerin işletilmesi esnasındaki olası riskler Atom santrallarının işletilmesi esnasında büyük kaza riskleri mevcuttur. Almanya'da reaktör güvenliğinden sorumlu kurumun uzun yıllar başkanlığını yapmış olan Bay Birkhofer şöyle söylüyor: "Güvenlik sistemlerinin başa çıkamayacağı bir olaylar zinciri, birkaç saat içinde yüksek miktarda radyasyonun açığa çıkmasına ve binlerce ölüme neden olacaktır." Neyse ki, Almanya'da böyle kazalar başımıza gelmedi; ancak başka ülkelerde olanları biliyoruz. Ukrayna'daki Çernobil'de bu olay cereyan etti; 1979'da ABD'ndeki Harrisburg'da ise felaketin eşiğinden dönüldü. Kısa bir süre önce bir reaktörde değilse de, Japonların bir yeniden işleme tesisinde, Tokay Mura'da, çok kötü bir kaza meydana geldi. Japon makamları ancak birkaç gün önce, başlangıçta varsaydıklarından çok daha fazla sayıda insanın yoğun olarak ışınlara maruz kaldığını itiraf etmek zorunda kaldılar. Buna göre sadece işçiler değil, tesisin çevresinde bulunan 450 kişi yoğun radyasyona maruz kaldı. Batı Avrupa geçtiğimiz aralık ayında olabilecek en büyük kazanın eşiğinden döndü. Avrupa'da yaşanan en dehşet verici sonbahar fırtınalarından birinde -fırtınaların sayısının ve şiddetinin artmasını da kömür, petrol ve gazdan çıkan karbon dioksidin artmasına bağlıyoruz-, Güney Fransa'daki Gironde halicinde, yükselen deniz suyu bölgeyi bastı. Orada bir atom santralı bulunmaktadır. Acil soğutma pompalarının üçü -toplam dört pompa mevcuttur- yükselen suyun tamamen altında kaldığından, artık çalışamaz haldeydi. Eğer dördüncü pompa da su altında kalmış olsaydı, büyük miktardaki ısıyı bertaraf etmek için çare kalmamış olacaktı; bu durumda ise, olabilecek en büyük kazayla karşı karşıya kalacaktık. O halde, baştan öngörülemeyecek olaylar göstermektedir ki, atom tekniğiyle tam anlamıyla güvenli olarak çalışmak hiçbir zaman mümkün değildir. Almanya'da geçtiğimiz yıllarda bu güvenlik problemlerinden kendimize dersler de çıkardık. Bir örnek: 3 milyar Marka mal olan Müllheim-Kaehrlich'deki büyük atom santralı hiçbir zaman işletmeye alınmadı. Neden mi? Mahkemeler, bu santralın öngördüğümüz güvenlik standartlarına uygun olup olmadığı konusunda halen ihtilaf içinde. Santral deprem dayanımı açısından yetersiz bulunmaktadır. Mahkemeler deprem bu nedenle santralın şebekeye bağlanmasını önlemiştir. Almanya'da deprem açısından açık ki daha şanslı bir durumdayız; Türkiye'deki gibi büyük depremler beklenmiyor. Ancak Türkiye gibi depremlerin daha sık ve daha şiddetli meydana gelme olasılığı yüksek bir ülkede, fay hatlarının yakınında atom santralı kurulması planlanabiliyorsa, bu bir Avrupalı olarak benim için de sorun teşkil eder. Akkuyu'da deprem güvenliği nedeniyle, reaktör kurulmaması gerektiği düşüncesindeyim. 5. Nükleer atıkların taşınması Almanya'da bu konuda güvenlik önlemleri vardır. Nakliye bidonlarından (bunlara castor adı verilir) çevreye yalnızca belirli bir oranda radyasyon yayılmasına izin verilir. Düzenleme gayet iyidir. Konuyla ilgili sınır değerler saptanmıştır. İşletmeciler buna uymakla yükümlüdür. Buna karşın Almanya'da büyük bir skandal ortaya çıktı: 1988 yazında, castor'larda güvenlik yönetmeliklerinin izin verdiğinden 20 bin kat daha fazla radyasyon olduğu saptandı. Geçmişin muhafazakar, atom sempatizanı hükümeti bile bu nedenle nükleer atık taşımacılığını derhal yasaklamak zorunda kaldı. O günden beri Almanya'da nükleer atık taşımacılığı yapılmıyor. Ancak birkaç gün önce Çevre Bakanı Trittin'in idaresindeki şimdiki Federal Çevre Bakanlığı nükleer atık taşımacılığı yasağını yeniden kaldırdı. Bu karara, endüstrinin bir dizi güvenlik önlemini yerine getirme konusunda ikna edici olmasıyla varıldı. Endüstri böylece nükleer atık taşımacılığına yeniden başlamak için yasal bir zemin elde etti. 6. Nükleer atıklar nereye? Dünyada nükleer atıklar için henüz işlerlik halinde bir nihai depo mevcut değil. Ancak böyle bir depo zorunlu, çünkü bu radyoaktif maddelerin milyonlarca yıl biyosferden uzak tutulması gerekli. Örneğin plütonyum ve uranyum gibi en önemlilerinin yarılanma ömrünün birkaç milyon yılı bulduğunu hepimiz biliyoruz. İnsana ait zamansal kriterler içinde düşünüldüğünde, ölçülemeyecek, sonsuz bir süre aslında. Dünyada hiçbir yerde, bu maddelerin bu kadar süre biyosferden uzak, güvenli bir şekilde muhafaza edilebileceğini öngörmek mümkün değil. Bu konuda çeşitli araştırmalar yürütüldü; ABD'de Nevada'da önemli adımlar atıldı, aynı zamanda İsveç'te de. Almanya'da nihai depo sorununu örneğin Gorleben'deki tuz yataklarında çözmeye çalışıyoruz. Bu araştırma muhtemelen artık sürmeyecek -şu anda siyasal tercihimiz bu doğrultuda-, çünkü şimdiye kadarki araştırma sonuçları tuz yataklarının radyoaktif maddeleri bu kadar yıl muhafaza etmek konusunda uygun olmadığını gösterdi. Nihai depo mevcut olmadığı için de, Almanya bir çare olarak yeniden işleme prosesine izin verdi. Reaktörlerde, yakıt elemanı içinde atom çekirdeği dönüşüme uğrar. Çekirdekler en başta plütonyuma dönüşür. Plütonyumun kendisi de enerji sağlayabilecek bir maddedir; ancak son derece zehirlidir. Bir gramın milyonda bir kadarı vücuda alındığı takdirde, ölüme yol açmaktadır. İnsanlığın tanıdığı, yeryüzünde var olan en zehirli maddedir. Ancak bu plütonyumdan atom bombası yapmamız da mümkündür. Sadece 10 kilogramı bir atom bombası üretmek için yeter. Atom enerjisinin barışçı kullanımı esnasında büyük miktarda plütonyum elde edilir. Yalnızca Fransa'daki La Hauge'da şu anda sırf Alman santrallarından gelen 25 ton plütonyum bulunuyor. Yeniden işleme tesisinin yer aldığı La Hauge'da her yıl kullanılmış yakıt elemanlarından 16 ton plütonyum ayrıştırılıyor. Bu kadar plütonyumun insanlardan gerçekten uzak tutulup tutulamadığını, bu plütonyumun belki de birgün atom bombası yapmak için kullanılıp kullanılmayacağını kimse bilmiyor. Almanya da yeniden işleme tesisleri kurmak istemişti. Tesisin kurulmasının planlandığı Wackersdorf'ta yığınsal protesto gösterileri yapıldı. Halkın kararlı direnişi sonunda 1989'da bu planlardan vazgeçildi. 7. Atom silahları Atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanımı ile atom silahları için kullanımını birbirinden gerçekten ayırmanın mümkün olmadığını biraz önce belirtmiştim. Almanya da bu konuda olumsuz deneyler yaşadı. 90'lı yıllarda Hanau'daki bir nükleer firmadan izinsiz ve yasaları çiğneyerek, Pakistan'a malzeme ve teknik bilgi aktarıldı. Pakistanlılar sonra bu Alman teknolojisi sayesinde atom bombalarını ürettiler. Bu yasadışı bir girişimdi. Almanya'da cereyan eden bu olay, yasalara uygun değildi. Ancak görüyoruz ki, olabildi. Askeri amaçlı kullanımı, barışçı kullanımdan ne kadar ayırmak istesek de, bunun kesin bir şekilde mümkün olamayacağını gördük. Pakistan'ın elinde bomba olmasının ne kadar vahim sonuçlar doğurabileceğini, Pakistan ve Hindistan arasındaki son gerginlikte izledik. Dünyanın büyük bir bölümü, bölge barışının iki ülkenin nükleer silahlanmasıyla tehdit edilmesinden, bu silahların neden olabileceği felaketten ötürü endişe içinde. 8. Atom enerjisinin kullanımının gayri-ekonomik oluşu Başlarken, yeni santrallarla, kendini amorti etmiş eski santralların ayrı değerlendirilmesi gerektiğine değinmiştim. Kaba bir tahminle Türkiye'nin elektrik ihtiyacının atom enerjisiyle sağlanmasının maliyetinin ne kadar olacağını hesaplamaya çalıştım. Bir atom santralı bugün yaklaşık 6 milyar Marka mal oluyor. Altı tane santral inşa edecek olursak, inşaat için 30 milyar Mark gidecektir. Ancak nükleer tesislerin işletmeye alınması için gereken tek maliyet bu kadar değildir. Radyasyon güvenliğinin, kamu güvenliğinin tesis edilmesi gerekir. Personelin en yetkin bir şekilde eğitimi gerekir. Türkiye'nin ayrıca, ülkeye bu maddelerle birlikte know-how ve atom tekniğinin bilgisini getirecek araştırma tesislerine ihtiyacı olacaktır. Sonra ara depoların yapımı gerekecektir ve transferler yapılacaktır. Bütün bunlar ise, 30 milyar Marka ilave olarak 40 milyar Mark daha gerektirir. 70 milyar Mark Türkiye'de nükleer yolla dikkate değer bir elektrik üretimi için gereken herhalde minimum harcamadır. Bu çok büyük para. Türkiye'nin böyle bir harcama yapabilecek durumda olup olmadını değerlendirmek istemiyorum, zaten bunu yapmam da mümkün değil. Bu altı santralın işletme masrafları Alman standartları esas alınırsa, yılda 1 milyar 300 milyon Mark olacaktır. 50 milyar kilovat-saat (kWh) elektrik üretimi baz alınarak hesaplanacak olursa, kilovat-saat başına 14-15 Pfennig düşecektir. Batı Avrupa basınında fiyatlar söz konusu olduğunda, duyduğumuz daima bu rakamlardır. Almanya'da atom elektriğine kilovat-saat başına 4-5 Pfennig ödediğimiz söylenir; ki, bu da gerçektir. Hatta bazıları ucuz yabancı atom elektriğinden, özellikle Rus santrallarında elde edilenden, maliyeti kilovat-saat başına 2-3 Pfennig olandan söz ederler. Ancak belirttiğimiz gibi, bu reaktörler, sermaye maliyeti olmayan, kendini amorti etmiş tesislerdir, ya da Rusya'daki gibi yeterli güvenlik önlemleri uygulamayan reaktörlerdir. Bütün bunlara bir de şu husus eklemek gerekli: Nükleer kazalardan doğan zararlara karşı sigorta yapılmaması. Kaza sonucunda evler tahrip olduğunda, ya da radyoaktif kirlenme meydana geldiğinde hiçbir sigortacı zararı karşılamaya yanaşmamaktadır. Bütün sigorta sözleşmelerinde, sigortanın savaş durumunda ya da nükleer kazalarda geçerli olmayacağı belirtilmiştir. Bu demektir ki, herkes başına gelen zararı -bunun hiçbir zaman gerçek- leşmemesini dilerim-, kendi kendine karşılayacaktır. Atom santrallarının neden olabileceği zararlara karşı yeterli bir sigorta mevcut değildir. Almanya'nın eski nükleer sempatizanı hükümeti 1990'da, atom santrallarının doğabilecek olası tehlikelere karşı sigorta edilmeleri durumunda kilovat-saat başına elektrik maliyetinin ne kadar olacağını hesaplamıştı. Alman Ekonomi Bakanlığının hesabına göre maliyet, kilovat-saat başına 3.5 Mark olacaktı. Bu o kadar yüksek bir rakamdır ki, atom santralının sigorta edilmesi mümkün değildir. Aksi halde toplam Alman sermayesi kısa sürede sigorta şirketlerinin eline geçerdi. Bu düşünülemez bir şeydir. İşte bu nedenle atom santralları sigortalanmadı, oysa rüzgar veya biyokütle tesislerinden elektrik üretirken sigortalamamak gibi bir durum söz konusu değildir. Atom santralları elektrik üreten diğer tesislerle kıyaslandığında, daha başka bir dizi eşitsizlik de dikkati çekmektedir. Almanya'da hala, atom santralı işletmesini suni olarak ucuzlatan sübvansiyonlar söz konusudur -ve hükümet bu sübvansiyonları yavaş yavaş kaldırma yoluna gitmektedir. Atom enerjisine araştırma ve pazara girmesi için ayrılan 40 milyar Markın ise, sözünü bile etmiyorum. Reaktör işleticilerinin kendi başına karşılayamayacağı bu meblağ, vergi mükelleflerinden toplanmıştır. Ben daha çok, bugün hala vergilerle karşılanan, nükleer tesisin işletmesini suni olarak ucuzlatan, ancak yine de ortada gözükmeyen maliyetlerden söz etmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi atom santrallarının sökümü için toplanan meblağların vergilendirilmemesidir. Atom santrallarının sökümü için bir birikim yaratılması acilen gerekli ve zorunludur, çünkü bu işlem çok pahalıdır. Türkiye'nin atom elektriği kullanmasının maliyetini hesaplarken bu kalem de dahil edilmiş değildi. Atom tesislerinin sökümü için Almanya'da şimdiye dek 70 milyar Mark toplamış bulunuyoruz. Bu ihtiyat akçelerinden elde edilen faiz gelirleri yeterince vergilendirilmiş değildir. İşte bu nedenle atom santrallarının işletmesinin ucuzlatan haksız bir vergi avantajından söz ediyoruz. Ayrıca gaz ve petrol santrallarından üretilen elektrik eşit muamele görmemektedir. Almanya'da gaz ve petrol, elektrik üretiminde kullanıldıkları takdirde vergilendirilmektedir. Uranyum ise vergilendirilmez. Bu da atom enerjisine avantaj sağlayan eşitsizliklerden biridir. Bütün ayrıcalıklar bir araya geldiğinde, nükleer teknikle elektrik üretiminde haksız avantajlar ortaya çıkmaktadır. Bu avantajları ortadan kaldırmanın çabası içindeyiz. Almanya'da atom enerjisi kullanırken, hep vergi mükellefinin cebinden karşılanan bir problem daha mevcuttur. Yakıt elemanlarının her transfer edilişi halk tarafından şiddetle protesto edilmektedir. Gerçi devletin görevi transferin güvenliğini sağlamaktır. Ancak sadece bu güvenlik için seferber edilen polis kuvveti, vergi mükellefine 500 milyon marktan daha fazlasına mal olmaktadır. Atom enerjisine son vermeyi nihayet başardığımızda, bu masraf kalemi de ortadan kalkacaktır. Size İngiltere'den, atom enerjisinin ekonomik olmadığını çok açık gösteren bir başka hususu aktarmak istiyorum. İngiltere'de enerji sektörünün tamamı özelleştirldi. Yani santrallar, kömür, petrol ve gaz santralları özel alıcılara teklif edildi. Birçoğu da ekonomik, rantabl bir işletme imkanı sağlayan bir alıcı buldu. Sadece atom santralları alıcı bulamadı, çünkü işletme riskleri çok yüksekti. İşte bu nedenle İngiltere'de atom santralları halen devlet tarafından çalıştırılmaktadır. Atom enerjisini terk etmek için Almanya'da şimdilerde sürdürülen tartışma Almanya'da atom enerjisini terk etmek konusundaki tartışmamız henüz sona ermiş değil. Elimizde öncelikle koalisyon hükümetinin kararı var ve tabii ki direnişle de karşılaşıyoruz. Santral işletmecisinin gözünden baktığımızda bunu anlamak mümkün, çünkü bu insanlar yatırım yaptılar ve sermayelerini bir şekilde geri kazanmak istiyorlar. Bu yüzden atom santrallarının siyasi saiklerle kapatılması doğal olarak işletmeciler açısından sorun yaratacaktır. Onun için de yitirdikleri karların karşılığı olarak devletten tazminat talep etmektedirler. Almanya'da bu kavga hala büyük bir kavgadır. Hükümet atom enerjisini, santral işletmecilerine tazminat ödemeye gerek kalmadan terk etmenin yollarını aramaktadır. Yapılan hukuksal inceleme sonucunda hükümet, işletmecilerin elindeki süresiz işletme izinleri için sonradan süre belirleyebileceği sonucuna varmıştır. Toplam işletme süresi yaklaşık 30 yıl alındığı durumda, böyle bir belirleme yasal açıdan mümkün görünmektedir. Bu ise, son atom santralını 2019 yılında kapatabileceğimiz anlamına gelir. İlk üç atom santralı önümüzdeki 3-4 sene içinde kapatılacak, böylece Almanya'da atom enerjisine son verme süreci yavaş yavaş başlayacak ve enerjinin kademeli olarak başka kaynaklardan sağlanmasına geçilebilecektir. Devreye alınışından itibaren toplam 30 yıllık işletme süresini, atom enerjisine karşı hareketin pek çok üyesi çok uzun bulmakta, santralların daha önce kapatılması arzu edilmektedir. Ancak hükümet, sanayiyle hukuksal bir savaşım içine girmeyen güvenli bir yol izleyerek bu işi gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle sorunu müzakerelerle çözmek istiyoruz; hatta geçtiğimiz hafta bu konuda büyük bir adım attık. Kişisel olarak işletmecilerle işbirliği içinde bu sorunu çözebileceğimiz konusunda iyimserim. Ancak santralların daha çabuk kapatılabilmesi için, müzakere yolunun dışında başka yollar da var. Almanya'da değişik elektrik üretim tesisleri arasındaki eşitsiz muameleye artık son vereceğiz. Örneğin elektrik üretiminde kullanılan bütün yakıt elemanlarına adil vergilendirme uygulamak gibi. Böylece şu veya bu atom santralını işletmek ekonomik olmaktan çıkacak, muhtemelen işletmecinin kendisi tesisi durduracaktır. Atom elektriğine alternatifler Almanya'da atom enerjisinden elde edilen elektriğin yerine ne koyacağımız, bizim için çok açık. Kömür, petrol veya doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarının kullanılması iklim değişikliklerine neden olarak, aynı şekilde büyük sorunlar yaratmaktadır; bu nedenle fosil kaynakların kullanımı da sınırlanmak durumundadır. Almanya alternatifler yaratmak konusunda başarı vaat eden çerçeve koşulları içinde, bir hayli yol kat etmiş bulunmaktadır. Birincisi aşırı ölçüde elektrik harcıyoruz. Bu harcamayı azaltmak için, insanlar konforlarından vazgeçmeden, sanayi sıkıntıya girmeden kullanılabilecek birçok teknik olanak var. Enerji tasarrufu önlemlerini artırarak uygulamak istiyoruz. Ancak aynı zamanda elektrik üretiminde verimlilik de acilen gereklidir. Atom santralları ve büyük kömür ya da petrol santralları kullandıkları enerjinin üçte ikisini aslında kullanmamakta, ısıyı örneğin nehir suyunu buharlaştırmak yoluyla israf etmektedir. Nehir suyunu buharlaştırmanın bir anlamı var mı, bilmiyorum; ancak üretim için gerekli enerji büyük ölçüde bunun için kullanılıyor. Elektrik üretimini her evin kendisinin yapması daha anlamlı; evi ısıtmak için gerekli ısıyı üretebileceğimiz ve bunu yaparken aynı zamanda elektrik elde edeceğimiz küçük tesislerle. Isıya ihtiyaç duymadığımız zamanlarda, özellikle yazın, önemli miktarda elektrik üretebileceğimiz ilave enerji kaynakları elimizin altında bulunur: Yenilenebilir enerjiler. Birçok türü ve depolama teknolojileriyle birlikte tek başına yenilenebilir enerji kaynakları, ihtiyacımızı onlarca, yüzlerce yıl güvence altına alabilir. Almanya'da son 10 yılda özellikle rüzgar enerjisinin kullanımında çok ilerledik. Dünyanın diğer ülkelerine bu tekniğin ihraç edilebileceğini umuyoruz. Bu tekniği dünya üzerinde yaygınlaştırmak istiyoruz. Türkiye'de, özellikle batıda, rüzgar enerjisi konusunda büyük bir potansiyel mevcut. Birçok şekilde, özellikle fotovoltaik yolla elektrik üretebilecek diğer bir kaynak ise güneş enerjisidir. Solar ışınlardan diğer bir yararlanma yolu, örneğin oluklu parabolik santrallarla solar-termik elektrik üretimi olabilir. Bu santrallar güneş ışınlarının direkt olduğu durumda, konsantratörler yardımıyla yüksek ısı ve büyük miktarda elektrik üretebilmektedir. Türkiye'nin özellikle güneyinde, bu türden büyük projelerin gerçekleştirilebileceği, direkt güneş ışınlarının yeterli olduğu yerler biliyorum. Almanya'da su gücünü de daha çok kullanmak istiyoruz; ancak büyük, merkezi barajlar yaparak değil. Böyle büyük projeler, sular altında kalacak bölgelerde yaşayan insanların evlerini terk etmelerine neden olarak, başka problemler doğurmakta, ya da nehirdeki su miktarını öylesine azaltmaktadır ki, öteki uluslara artık yeterince su bırakmamaktadır. Böyle büyük baraj projeleri bizim için bir hedef değildir. Konunun dördüncü ayağı biyokütleden yararlanmaktır; burada da çok çeşitli olanaklar mevcuttur. Biyokütle tarımda çöplerden çıkan biyogazın kullanılması, bitkisel yağları ise örneğin motordaki yanmada kullanılması yoluyla, veya katı biyokütlesel yakıt elemanlarıyla yeni uğraş alanları, iş sahaları yaratabilir. Örneğin hidrojeni doğrudan biyokütleden elde etmek için son derece enteresan teknik yöntemler var. Elde edilen hidrojen ise yakıt hücrelerinde elektrik ve ısı üretimi için kullanılabilir. Beşinci olarak, jeotermal enerjinin Türkiye'de büyük bir geleceği olabilir. Isıtma amaçlı olarak Türkiye'de dikkate değer ölçüde kullanılmaktadır. Birkaç ay önce, Türk-Alman jeotermal ortaklık projesini hayata geçirmek üzere oluşturulan ilk girişime imza atmak üzere bizzat İstanbul'a geldim. İzmir yakınlarında 35 megavat gücünde büyük bir santral kurulacak. Bu santral elektrik ve ısı üretecek; ısı sadece ev ısıtmasında değil, seralarda, balık üreticiliğinde kullanılarak tarımda yeni faaliyet alanları açılacak. Projenin maliyeti yaklaşık 100 milyon mark. Atom santralına uyarlayacak olursak; bir atom santralını böyle 30 projeyle, yani santral maliyetinin yaklaşık yarısıyla ikame etmek mümkün. Ve evleri ısıtmak ya da başka şeyler için uranyum satın almanıza, petrol satın almanıza gerek de yok. Ayrıca atmosfere hiç karbondioksit ve radyoaktif madde verilmeyeceği için, çevre açısından da hiçbir sakınca taşımıyor. Almanya ve Türkiye yenilenebilir enerji kaynakları alanında bir işbirliği başlatabilir, rüzgar gücü, fotovoltaik, jeotermal enerji veya biyokütle kullanımı konusunda daha başka projeler hayata geçirebilirse bunu sevinçle karşılarım. Böyle bir adım dünyanın geri kalanı için, Türkiye gibi, büyük miktarda enerji ihtiyacı olan, enerji açlığı içindeki gelişmekte olan bir ülkenin, bu açığını kendi kaynaklarıyla, çevreyi tahrip etmeden, uzun vadeli olarak, her zaman ve güvenli olarak karşılayabileceği konusunda anlamlı bir örnek olurdu. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. |
sayfanın başına dön |
[www.antimai.org] [bültenler] [haberler] [dağarcık] [yayınlar] [iletişim] |