mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
"ÜÇÜNCÜ DÜNYA" VARMIYDI? ULUSAL KALKINMA MÜMKÜN MÜ? Doç.Dr. Mehmet TÜRKAY |
Kapitalizmin olgunlaşması "sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratması" anlamında küreselleşme olarak tanımlanan süreçte ifadesini bulmuştur. Bu anlamda küreselleşmeyi kapitalizmin ortaya çıktığı dönemden bu yana yaşanan bir süreç olarak anlamak gerekli ve mümkündür. Ancak yaygın olarak kullanıldığı haliyle küreselleşmeye özel bir anlam da yüklenmektedir. Buna göre küreselleşme kapitalizmin yetmişli yıllarda içine girdiği krizi yönetmek ve yönlendirmek üzere ileri sürülen neo-liberalizmin tanımladığı bir projedir. Bu iki yaklaşım mantık olarak birbirini dışlamamaktadır. Kapitalist sermaye birikiminin zaman ve mekana göre farklılaşan kendini yeniden üretme biçimlerinde kapitalizmin esasa dair, dolayısıyla süreklilik arz eden özellikleriyle konjonktürel özellikleri arasındaki ilişkiyi kurabilmek ve anlamlandırabilmek için her iki yaklaşım beraberce yeni olanaklar sağlamaktadır. Özellikle kapitalizmin uluslararasılaşma bağlamında esas aktörü olan ulus-devlet üzerinden sürdürülen tartışmalarda sürekli olan ile farklılaşan birikim özelliklerinin göz önüne alınması gerekliliği her iki yaklaşımın bir arada düşünülmesini önemli kılmaktadır. Böyle bir çerçeve yeniden gündeme gelen üçüncü dünya tartışmalarını ve bu tartışmaların ana eksenini oluşturan, küreselleşme-kapitalizm, küreselleşme-ulus devlet ve dolayısıyla ulusal kalkınma bağlamlarında sürdürülmüş ve sürdürülen tartışmaların verimli bir alana yönlendirilmesini mümkün kılacaktır. Toplumsal tarihsel bir sistem olarak
kapitalizmin kendi yeniden üretimini sağlarken kullandığı, yönlendirdiği meşruiyet
araçları ve/veya alanları olarak, sistematik içerme/dönüştürme yeteneği ve bu
anlamda sahip olduğu zamana/mekana bağlı esnekliği, yeniden üretim açısından
kritik bir öneme sahiptir. Bu gün gelinen noktada tarihin de , en azından şimdilik,
doğruladığı bu yeteneği farklı bağlamlarda izlemek mümkündür. Gerek mekansal
yayılma süreçlerinde gerek üretim süreçlerinin örgütlenme ve denetiminde ve
gerekse düşünsel süreçlerde, ilişkiye girdiği
coğrafyanın tüm olanaklarını, söz konusu coğrafyada yaşayan toplumların verili
ilişki biçimlerini ve düşünsel gelenek ve yapılarını, kapitalist birikimin
gereklerine göre denetlemiş ve bu yolla
dönüştürmüştür. Bu denetleme ve dönüşüm söz konusu alanlardaki yerel
dinamiklerin dönüşmesi ve kapitalist birikimin dinamiğine bağlı hale gelmelerini
beraberinde getirmiştir. Bu bağımlılık yerel
olan dinamiklerin tamamen etkisizleştiği ya da ortadan kalktığı anlamına gelmemekte
ancak oluşturulan ilişkinin asimetrik bir niteliğe sahip olduğuna işaret etmektedir. Bu noktada söz konusu dönüşümün
yönünü ve niteliğini belirleyenin kapitalist birikimin tüm süreçlerinde geçerli
olan güç ilişkileri olduğu göz önüne alınmalıdır. Kapitalist bir kategori olarak
güç ilişkilerini anlamlı kılan ise yine kapitalizmin tüm süreçlerinde geçerli
olan temel mekanizması eşitsiz ve bileşik gelişme yasasıdır. Bu yasanın hayata
geçme biçimini izleyebilmek için, sürecin esas kategorilerine ve bu kategorilerin
kendi aralarında ve kendi içlerindeki zaman/mekana bağlı olarak değişen
ilişkilerine bakmak gerekmektedir. Bu bağlamda bakıldığında Batı
Avrupa'da, deneyimler arası farklılıkları saklı tutarak, kapitalizmin ortaya çıktığı ve
kurumsallaştığı süreçlerde sınıflar ve ulus-devlet(ler) esas kategorilerdir. Söz
konusu kategorilerin kendi aralarında belirleyici olan, bir öncelik-sonralık ilişkisi
değil karşılıklı etkileşim içinde var olmalarıdır. Diğer bir deyişle, birinin
var olması diğerinin varolmasını hem gerekli hem de mümkün kılan bir nedensellikle birbirlerine bağlıdırlar. Dolayısıyla bu
süreçte sınıf içi ve sınıflar arası karşılıklı etkileşim ve çatışmaların
tarihi, hem sınıflar ile ulus-devlet hem de ulus-devletler arasındaki karşılıklı
etkileşim ve çatışmaların tarihi olarak okunabilir. Batı Avrupa'da, genel olarak,
sınıflar arası çatışmaların sonuçları monarşilerin, farklı yollarla ve farklı biçimlerde olmakla
birlikte, burjuva ulus-devlet formuna dönüşümleriyle somutlaşmıştır. Ulus devlet
formunun ortaya çıkmasının arkasında yatan kritik etken, feodalizmin dayandığı
parçalı egemenlik alanlarının tasfiye edilip, tek bir egemenlik alanının
oluşmasının kapitalist sermaye birikimi için bir zorunluluk olmasıdır. Böyle bir
süreç içinde eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının işlemesine bağlı olarak
kurumsallaşan farklı birikim alan ve olanaklarını denetleyen burjuva ulus devletler, bir egemenlik mücadelesine girmişlerdir. Bu mücadele
öncelikle "batı" dışı coğrafyaların/toplumların sömürgeleştirilmesi
üzerinden yürümüş ve mantıki sonuçlarına 1. Dünya Savaşıyla ulaşmıştır. Sömürgecilik pratiği sadece iktisadi
bir içeriğe sahip değildir. Sömürgeleştirilen coğrafyalarda yaşayan toplumlar
asimetrik nitelikteki bu ilişkiyle kapitalist birikimin sürekliliğine hizmet edecek
biçimde, birikimin gereklerine
doğrultusunda, ideolojik/kültürel bir dönüşüme de zorlanmışlardır. Bu süreçle
birlikte söz konusu toplumlarda geleneksel farklılıklara yeni farklılıklar
eklenmiştir: Batılı "gibi" olanlar ve olmayanlar. Bu noktada kritik olan
"batı"nın kültürel bir temsiliyet üzerinden algılanmasıdır. Bu
algılama, söz konusu toplumlarda farklı sınıf yada katmanlar için
farklılaşmıştır. Söz konusu toplumlarda
geçerli toplumsal yapı ve ilişkilere göre "batı" ile çıkar ilişkisine
giren egemen sınıflarca öykünülecek, denetlenen sınıflarca boyun eğilecek ve/veya karşı konulacak bir
durum olarak algılanmıştır. Bu durumun
söz konusu toplumlarda yarattığı "yaralı bilinç" psikolojisi bugün için
de geçerlidir. Elbette burada vurgulanması gereken, kapitalizmin ilk temsiliyetinin
batı üzerinden gerçekleşmiş olmasının yarattığı bir tür özdeşlik durumudur.
Böyle bir özdeşliğin ortaya çıkmış olması, kapitalizme karşı muhalefetin bu
türden kültürel motiflerle tanımlanması anlamına gelmiş ve söz konusu toplumların
"batılılaşma" düzeylerine göre farklılaşan bir dizi tepki ortaya
çıkmıştır. Zaman, mekan ve toplumsal/tarihsel birikime göre farklılaşan bu
tepkilerde kapitalizmin bir toplumsal ilişki olarak sorgulanmamasını mümkün kılan
ise Batı' da Aydınlanma ile ortaya çıkan entelektüel dönüşümün, kapitalizmin
yayılmacı pratiğinin meşruiyetini sağlayacak biçimde manüpüle edilmesi,
operasyonel hale getirilmesidir. Bu bağlamda en kritik işlev
"ilerleme" kavramına yüklenmiştir. Kapitalizmin evrenselliği ve tüm
toplumların aynı yönde evrildiğine dair inancın yaygınlaş(tırıl)ması ve
yerleşmesiyle birlikte Batı temel referans alanı olarak ortaya çıkmıştır.
Yukarıda da vurgulandığı gibi süreç içersinde ortaya çıkan karşı koymaların
sınırını ve çerçevesini ilerlemeye olan inanç belirlemiş ve bu pratikler de yine
batı 'dan gelen uluslaşma ve
ulus-devlet formunda örgütlenmiştir. Gelinen noktada karşı çıkılan batı' nın
taşıyıcısı olduğu toplumsal ilişki sistemi değil, bu süreçteki batı' nın
denetimidir. Burada işaret edilmesi gereken bir diğer nokta batı tanımlamasının
kendi içinde sorunsuz, gerilimsiz, homojen olmadığıdır. Batıda ulus-devlet formunda
kurumsallaşan farklı birikim alanlarının kendi aralarında batı dışı toplumların
denetlenmesine ilişkin süren mücadele, bu alanlardaki karşı çıkışlara da
yansımıştır. Bu bağlamda batıda ortaya çıkan burjuva ulus devlet formunun batı
dışı toplumlardaki oluşumları etkileme biçimleri ve onların verdikleri tepkiler
farklılaşmıştır. Bu farklılıkları izleyebilmek ve anlamlandırabilmek için tek
tek örneklere yönelmek, yaşadıkları süreci etkileyen ve /veya denetleyen güçlere
bakmak gerekmektedir. Ancak tüm bu farklılıklar akılda tutularak şöyle bir genelleme
yapmak mümkündür. Batıda burjuva ulus-devletlerin kurulma sürecinin arkasında her
örnekte farklılaşmakla birlikte burjuvazi-proleterya-aristokrasi ve köylülük
arasında kapitalist birikimin gereklerine göre sürekli olarak bozulup yeniden kurulan
bir güç ilişkisi ve sonuçta ortaya çıkan bir güç dengesi yatmaktadır. Batı
dışı toplumlarda ise kapitalist birikimin batının denetiminden çıkartılıp
yerelleştirilmesi sorunu içeride kategorik olarak kapitalist niteliğe sahip
sınıfların kendi adlarına sürece iradi müdahalede bulunma gücünden yoksun
olmaları nedeniyle, esas olarak sınıf temsiliyetine sahip yada bu misyonu bir şekilde
yüklenen kesimlerce örgütlenmiştir.[1] En genel hatlarıyla aktarılan bu
süreç sonunda netleşmeye başlamış ve kapitalizm farklı güç ve donanıma sahip
ulus-devletler aracılığıyla uluslararası düzeydeki hiyerarşik örgütlenmesini
kurmuştur. Bu sürece eşlik eden ve önemli
oranda belirleyen bir diğer gelişme ise uluslararası düzeyde sarsılan güç
dengelerinin yeniden yapılanma sorunudur.
Birleşik Krallığın hegemonyasını yitirmeye başlaması ve bu pozisyona talip yeni
ulus-devletlerin ortaya çıkması yeni gerilim ve çatışmaların ip uçlarını vermeye
başlamıştır. Almanya, Japonya ve ABD'nin hızla yükselmesi yeni ittifak
arayışlarını da beraberinde getirmiş, I.
Dünya Savaşıyla başlayan mücadele mantıki sonuçlarına II. Dünya Savaşıyla
ulaşmış ve savaşın bitmesiyle ABD yeni hegemonik güç olarak ortaya çıkmıştır.
II. Dünya Savaşına kadar kapitalizmin durgunluk ve kriziyle yaşanan, hegemonya
sorunun çözülemediği bu süreçte yine bu soruna bağlı olarak ileri sürülen
ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sömürgeciliğin tasfiyesini gündeme
getirmiştir. Sömürgeciliğe karşı başlayan hareketlerle bu coğrafyalarda ortaya
çıkan siyasal bağımsızlıklarını kazanmış yeni "ulus devletler",
yeniden yapılanan uluslararası kapitalist sisteme yeni "ulusal" kimlikleriyle
entegre olma sürecine girmişlerdir. Savaşın
bitmesiyle başlayan konjonktürün bir diğer özelliği iki sistemin rekabetiyle tanımlanan soğuk savaş sürecidir.
Soğuk savaş, sistem içi çelişkileri tali kılan, her iki sistemin mümkün en geniş
coğrafyayı denetlemeye dönük stratejileriyle karşı karşıya geldikleri bir süreç
olmuştur. Söz konusu karşı karşıya gelme ise büyük oranda yeni siyasal
bağımsızlığını kazanmış eski sömürge/yeni ulus devletlerin üzerinden
gerçekleşmekteydi. Soğuk savaşın bu rekabeti söz konusu ülkeleri konjonktürel
olarak önemli kılmıştı. Söz konusu rekabet bağımsızlıklarını yeni kazanan bu
ülkelere bir hareket alanı açmış, bir tür pazarlık yapma olasılığını
yaratmıştı. Bu olasılığa sahip çıkan
ülkelerin kendi aralarında kolektif bir irade oluşturma çabaları "Üçüncü
dünya" ifadesinde somutlaştı. Kapitalist 1. Dünya ile "Sosyalist " 2.
Dünya arasındaki rekabetin somutlandığı bir alan olarak Üçüncü Dünya, her iki
sistemden gelen, toplumsal örgütlenme önerileri farklı
ama nihai önerileri/vaadleri sanayileşme olan reçetelerle karşı karşıya
kaldı. Kapitalist bloktan gelen ve kapitalizmin uluslar arası yeniden yapılanmasının
gereklerine cevap veren önerilerin belirli
bir sistematik içinde bir araya gelmesiyle "üçüncü dünyayı"
nesneleştiren yeni bir disiplin ortaya
çıktı; Gelişme İktisadı. Gelişme İktisadı çerçevesinde formüle edilen azgelişmiş ülke-gelişmiş
ülke farkını kapatacak olan bir mit olarak "sanayileşme" ve "ekonomik
büyüme", 19. yy "ilerleme" mitinin ve dolayısıyla doğrusal tarih
anlayışının konjonktürün gerekliliklerine göre yeniden formülasyonunun bir ifadesi olarak yeni bir misyon
yüklendiler. Misyonun yeniliği bu mitlerin
muhatabının azgelişmiş olarak tanımlanan ülkeler olmasından kaynaklanıyordu.
"Azgelişmiş Ülke" tanımını gerekli kılan ise artık sömürgelerle
değil, siyasal bağımsızlıklarını kazanmış yada bu süreci yaşayan "ulus
devlet" lerle karşı karşıya olunmasıydı. Bu çerçevede azgelişmişlik
durumuyla birleşen ulus devlet kimliğinin mantıki sonucu olarak yaşanacak süreç
ulusal kalkınma kavramında somutlaştı. Dayandığı ön kabuller ve varsayımlarla
ulusal kalkınma, söz konusu azgelişmiş ülke yönetici ve aydınlarınca siyasi ya da
entelektüel meşruiyetlerinin kritik iddiası haline geldi. Bu iddia içeriye olduğu
kadar dışarıya dönük bir niteliğe de sahipti. Sözkonusu ülkelerde yaşanan
uluslaşma süreçlerinin referansının Avrupa'da yaşanan deneyimler olması, sürecin
buralarda da tekrarlanabileceğine dair "ilerlemeci", ancak yanlış bir inancı
besledi. Söz konusu ülkelerin en azından bir kısmının yönetici elit ya da
aydınlarının bu konudaki samimiyet ve idealleri bu yanlışlığı besleyen bir diğer
etkendi. Yanlış bir inançtı çünkü, kapitalizmin bütünsel işleyişini
tanımlayan, eşitsiz ve bileşik gelişmenin nitelediği ilişkiler bu süreçlerde de de
geçerliydi. Artık gelişmiş ülke olarak
tanımlanmaya başlayan kapitalist ülkelerin yaşadıkları deneyimleri besleyen tarihsel
ve sınıfsal birikimler buralarda kurumsallaşmasını tamamlamış güçlü ulus
devletlerin oluşumuyla sonuçlanmıştı. Bu bağlamda takip eden süreçte yaşanan
uluslaşma deneyimleri, örneğin Türkiye'de yaşanan dönüşüm, kapitalizmin objektif
birikim ve sınıflar arası etkileşimine dayanmayan, bu nedenle kurumsallaşması batı
örneğindeki gibi olgunlaşmamış yada olgunlaşamamış, dolayısıyla zayıf ancak
otoriter ulus devlet yapılarını ortaya çıkardı. Türkiye örneğini mümkün kılan
bir diğer etmen ise kapitalizmin kriz, savaş ve durgunlukla nitelenen bir dönemine
tekabül etmesiydi. Sistem içi mücadelenin
arttığı, mevcut hiyerarşik denetimin zayıfladığı bu süreçte kapitalist
dönüşümün yerel denetimi ve bu yolla bir sanayileşme eşiğinin yakalanması için göreli bir hareket alanı açılmıştı.
Türkiye, II. Dünya Savaşı'nın bitmesi ve savaşı izleyen , kapitalizmin
uluslararası düzeyde yeniden yapılandığı genişleme devresine girmesiyle bu hareket
alanını kaybetti. Böylece sistemin hiyerarşik denetimine tabii olmayan sanayileşme
süreci yerini, kapitalizmin yeniden yapılanmasıyla oluşan hiyerarşinin denetlediği
bir sanayileşme sürecine bıraktı. Bir kısım Latin Amerika ülkesinin de
yaşadığı benzer deneyimler bir başka gerçekliğe de işaret etmektedir. Bu
gerçeklik ise sistem içinde azgelişmiş olarak tanımlanmaya başlanan ülkelerin aynı
tarihsel deneyimlere sahip olmayan, dolayısıyla kavramın ima ettiğinin tersine farklı
niteliklere sahip heterojen bir grup ülkenin söz konusu olmasıdır. Söz konusu
gerçeklik, azgelişmiş olarak tanımlanan ülkelerin II. Dünya Savaşı sonrasında
yeniden yapılanan uluslararası kapitalist iş bölümüne entegrasyonlarını
farklılaştırmış ve mevcut farklılıklar bu süreçle iyice belirginleşmeye
başlamıştır. Kapitalizmin yeniden yapılanıp,
genişleme evresine girdiği bir süreçte uluslaşma deneyimini yaşayan azgelişmiş
"üçüncü dünya" ülkelerinin bu
deneyimlerinin sınırlarını, oluşan hiyerarşik denetim belirlemiştir. Türkiye ve
Latin Amerika'da yaşanan uluslaşma deneyimlerinden farklı olarak, bu ülkelerde
yaşanan uluslaşma deneyimlerin kurumsallaşması çok daha cılız kalmış ve bu durum
sözkonusu ülkelerde daha zayıf ama bunu
telafi edecek kadar otoriter yapıların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Olan bir
tür vitrin düzenlemesinden ibarettir. Böyle bir tabloda ulusal kalkınma iddiası
nasıl bir işlev yerine getirmiştir? Bu
soruya tek tek ülke örneklerini inceleyip farklılaşan ve benzeyen yanlarını tespit
ederek bir cevap verilebilir, ancak bu yazının kapsamı içinde daha soyut düzeyde,
süreci belirleyen dinamiklere işaret etmek suretiyle bazı saptamalar yapılacaktır. Kapitalizmin gerek ulusal gerekse
uluslar arası ölçekte sahip olduğu birikim mantığı özü itibarıyla aynıdır.
Uluslar arası düzeydeki entegrasyon mantığı, ulusal düzeyde ulusal pazarın
entegrasyonu olarak karşımıza çıkar. Güç ilişkilerinin yönlendirdiği her iki
entegrasyon süreci tüm alan ve ilişkilerin kapitalist birikimin zaman ve mekana göre
farklılaşan mantığına uygun olarak içerilmesine yöneliktir. Burada önemli olan
kapitalist sermaye birikim sürecinin bütünsel mantığını izleyebilmek ve süreç
içersinde hangi kategorilerin nasıl bir işlevsel farklılığa sahip olduğunu
görebilmektir. Üçüncü Dünya ve Ulusal Kalkınma
bağlamında soruna yaklaştığımızda karşımıza çıkan ilk gerçeklik, kapitalist
sermaye birikimine her düzeyde içkin olan eşitsizlik motifidir. Dolayısıyla, ulusal
kalkınma bu iddianın taşıyıcısı olan ulus devletlerin eşzamanlı olarak
gerçekleştirebilecekleri bir pratik değildir. Bu bir taraftan eşitsizliğin
yönlendirdiği sürecin mantığına aykırıdır. Diğer taraftan, ulusal kalkınma
kavramının esas itibarıyla kıta Avrupa' sında kapitalizmin gelişme sürecinde
yaşanan farklı ulusal pratiklere ait bir kavram olması ve tekrar ya da taklit
edilmesinin tarihsel birikim ve geçerli olan
eşitsizlik çerçevesinde mümkün
olmamasıdır. Burada Avrupa' da yaşanan bu pratiğin taklit edilememesinin bir diğer
sınırı da farklı biçimlerde de olsa, bu
coğrafyada yaşanan "ulusal" kapitalist birikimin sadece yerel kaynak ve
olanaklara dayanmayıp, diğer coğrafyalardaki olanakları da bu birikimi destekleyecek
biçimde denetleyip yönlendirebilmiş olmasıdır. Bu bağlamda ifade edilmesi gereken
bir diğer gerçeklik ise Avrupa'da yaşanan her bir deneyimin sınıf çatışmalarıyla
şekillenmiş olmasıdır. Bu çatışmaların şiddeti ve kazanımları bütünsel her
bir deneyime farklı düzey ya da biçimle olmakla
birlikte yansımıştır. Böyle bir gerçeklikten hareket edildiğinde ulusal kalkınma
kavramının kapitalist ilişkilerin mantığına göre şekillenen bir niteliğe sahip
olduğu ve ima ettiğinin tersine herkesin iyiliğine yönelik pozitif toplamlı bir
duruma işaret etmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin
yaşadıkları ulusal kalkınma deneyimlerine baktığımızda, uluslar arası düzeyde
kabul gördüğü ve desteklendiği böyle bir atmosferde kalkınma pratikleri
kapitalizmin nimet ve külfetleri eşitsiz dağıtan işleyişinin mantığına uygun
olarak sonuçlanmıştır. Yaşanan kalkınma on yıllarının sonunda kalkınma
kavramının ifade ettiği gerçeklik uluslar arası iş bölümüne entegrasyon
olmuştur. Elbette bu sözkonusu ülkelerde
hiçbir farklılaşma yaşanmadığı anlamına gelmez. Ulusal Kalkınma miti etrafında yaşanan pratiğin en somut sonucu
bu süreçte ulusal sermaye olarak tanımlanan aktörlerin bir kısmının bu sürecin
olanaklarını denetleyip kullanarak rekabet edebilir bir olgunluğa ulaşmalarıyla
farklı pazarların olanaklarını kullanmaya talip olmalarıdır. Bu, kalkınmacı
stratejilerle korunan ulusal sermayenin bu sürecin olanaklarını en iyi kullanan,
denetleyen kısmının uluslararasılaşmasıdır.
Bu durum birikimin mantığı açısından olması gereken bir şeydir. Kapitalist sermaye
birikimin dayandığı sermayenin merkezileşmesi, genişlemesi, yoğunlaşması gibi
dinamiklerin bu süreçte işlemesinin bir sonucu olarak ulusal sermayenin bir kısmının
uluslararasılaşması, bu olanağı yakalayamayan sermayelerle çıkar çatışmasını
beraberinde getirmiş ve burjuvazi yeni bir sınıf içi gerilimle karşı karşıya
kalmıştır. Bu durumu Türkiye'nin yaşadığı kalkınma pratiğinde açık bir
biçimde izlemek mümkündür. Böyle bir noktada ulusal kalkınma
perspektifine soldan sahip çıkanların ya da destekleyenlerin öncelikle
"ulusal" olandan ne anladıklarını açık hale getirmeleri gerekmektedir.
Burjuvaziyi dışarıda tutan bir ulusallık tanımı mümkün olmadığına göre, kategorik olarak kapitalist birikimin
olanaklarını her seferinde denetleyen bu sınıfın kar güdüsü nasıl bir ittifakla
ve hangi araçlarla denetlenecektir? Yukarıdaki çerçeveden bakıldığında böyle bir
ittifakın hiçbir tarihsel ve objektif koşulu yoktur. Doğası gereği
uluslararasılaşmayı içinde barındıran bu sınıf
ulusallığı ancak birikimine hizmet ettiği sürece kullanmaktadır. Sermayenin
vatanı yok ancak sermayedarın vatanı vardır. Sermaye bu aidiyetinin olanaklarını ve
dolayısıyla ulus devletinin gücünü uluslararasılaşma sürecinde de devreye
sokmaktadır. Böyle bir noktada süreci
denetleyecek bir araç olarak ulus devleti ileri sürmek ise ancak devleti toplumsal
niteliğinden arındırıp, teknik bir kurum olarak algılamakla mümkündür.
Dolayısıyla sınıflar üstü ve uluslar arası hiyerarşiden bağımsız bir pozisyonla
yukarıdan müdahale etme yeteneğine sahip bir ulus devlet algılaması sola ancak zarar
verir, yeterince vermiştir de. Bugün kapitalizmin geldiği
olgunlaşma safhasında ulus devletlerin yeniden yapılandırılması, egemenliklerini
yatay ve dikey olarak transfer etmelerinde somutlaşmıştır. Sözkonusu yeniden
yapılanma güçlü ve zayıf ulus devletler açısından farklı biçimde işlemektedir.
Sermayenin uluslar arası entegrasyonunun hızla arttığı ve somutlaştığı bu
süreçte ulus devletler yeni yapılanmalarıyla küreselleşmenin eşitsizlik
mantığına uygun, taşıyıcı unsurları olarak işlev görmektedirler. Böyle bir
yapıda ulus devlete karşı bir misyon yüklemenin ve dolayısıyla bir "üçüncü
dünya" zorlamasının hiçbir karşılığı olmadığı gibi, objektif hiçbir
koşulu da yoktur. Ortaya çıktığı süreçte de sistemin denetlediği bir proje olarak
var olan üçüncü dünya, sistemin de bir gereksinimi olan anti sömürgeciliği
meşrulaştırdıktan sonra, geriye kendi
içinde barındırdığı naif idealizmlerden başka bir şey bırakamamıştır. Solun
kapitalist birikimi denetlemeye dair bir iddiası olmamalıdır. Yapılması gereken
sistemin işleyişini deşifre etmeye devam etmek, politik hak taleplerini formüle etmek
olmalıdır. Bu yapılırken sol kendi önceliklerini ve dolayısıyla kendi gündemini
yine kendisinin belirlediği bir güç ve atmosferi yaratmanın yollarını bulmak
zorundadır. Böyle bir donanımla ulusal olanla ilişkilerinde sınırları kendisi
çizme şansına da sahip olacaktır. Üstelik bu gereklidir de. Çünkü sermayenin
uluslararası entegrasyonunun en üst düzeye geldiği bu ortamda emek hala yerel ve/veya
ulusal düzeyde örgütlenmekte ve bu düzeyin rengini taşımaktadır. Solun bu
gerçekliğe kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Ancak kendi öncelikleriyle bu
alanda durmanın bir yolunu bulmak kaydıyla.
|