mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu


DOHA'DA YENİ BİR ROUND BAŞLATILDI!

Gaye Yılmaz - Evrensel Kültür Dergisi - Ocak 2002

 

İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırıların ardından DTÖ 4. Bakanlar Konferansının ileri bir tarihe ertelenmesi, toplantı yerinin değiştirilmesi de dahil olmak üzere pek çok tartışma yaşandı. Birçok kişi, “yok canım, kapitalist sistem bu olaydan mutlaka bir ders çıkartır ve Dünya Bankası iktisatçılarından Dani Rodrik’in son kitabına koyduğu başlıktaki gibi çok ileri gittiğini düşünerek Doha’da geri adım atar” diye düşünüyordu. Oysa, sistem teorisyenlerinin beyanatlarında bu yönde hiç bir sinyal yoktu ve hatta sürecin, safları daha da belirginleştirerek şiddetleneceği görülüyordu. Doha’da başlatılan yeni raund bu son tespitleri haklı çıkardı ve MAI anlaşmasının kapsamı da dahil olmak üzere küreselleşme karşıtlarının son 3.5-4 yıllık dönemde “HAYIR” dediği tüm neo-liberal girişimlerin WTO raunduna dahil edilmesine karar verildi.

 

Doha sonrasında küreselleşme karşıtlarının ilk tepkisi, “Seattle’da başarmıştık, fakat bu kez kaybettik. Acaba nerede hata yaptık ?” biçiminde oldu. Belki de Seattle sonuçlarını hatırlatarak başlamakta yarar var bu anlamda. Evet, Seattle’a son derece kapsamlı bir ticaret raundunu başlatmak amacıyla gitmişler; fakat iki büyük ekonomik blok arasında yaşanan tartışmalı hükümler yüzünden ve özellikle de üçüncü dünya ülkelerinin, kendilerinin dışlandığı gizli bir dizi toplantıyı öğrenmesi ve sert tepki vermesinden sonra raundu başlatamadan, kapanış deklarasyonu bile yayınlayamadan toplantıyı sansasyonal bir biçimde kapatmak zorunda kalmışlardı. Tablonun ön yüzünde karşıtlar açısından gerçekten bir başarı varmış gibi görünüyordu. Fakat, diğer yandan gelişmiş güçlü ekonomik bloklar dahil olmak üzere -belki farklı düzeylerde-  fakat bütün ülkelerde Seattle sonrasında atılan neo-liberal adımların hepsinin, başlatılamayan raundun gündem maddelerinden oluştuğu görüldü. Bu politikalar yürürlüğe konurken elbette her ülkenin kendi özgün durumu dikkate alınıyor ve farklı farklı gerekçeler ileri sürülüyodu. Bu bağlamda örneğin Avrupa Birliğinde başvurulan bahanenin adı “AB-Genişleme süreci” konurken, Arjantin ve Türkiye gibi ülkelerdeki bahane ekonomik kriz, IMF kararları, şeffaflık ve demokratikleşme adımları oluyor, ABD’nde  ekonomik durgunluğun başlaması ve genel seçimlerin ardından yaşanan iktidar değişikliği mazaret olarak kullanılıyor, Asya’da ise “kriz sonrası yaraların sarılması adına” ülkelerin toplumlarının en temel hakları ipotek altına alınıyordu. Kısa bir süre içinde karşıtların Seattle Zaferi adını verdikleri olayın aslında bir “Pirus Zaferi” olduğu görüldü.

 

Rasyonel bir perspektiften bakıldığında Doha zaten sonucu önceden belli olan bir girişim biçiminde başlatılmıştı ve İkiz Kuleler hadisesinin sermayenin elini güçlendirdiği de düşünülecek olursa ; ancak, Doha’da bir raundun başlatılamamış olması bir şaşkınlık yaratabilirdi. Seattle’dan Doha’ya kadar geçen süreçte ise karşıtların bütün slogan ve talepleri, sermayenin yeni raunduna malzeme edildi. Ne diyordu karşıtlar : DTÖ anti-demokratiktir, kalkınmaya karşıdır, şeffaf değildir. Bu suçlamaların doğru olmadığını göstermek hiç te zor olmadı DTÖ için. DTÖ,önce kendi ideolojisine en yakın bulduğu sivil toplum kuruluşlarını sıradan bazı toplantılarına davet etmekle başladı işe. Bu girişimin adı “sivil toplumla diyalog” olarak belirlendi. Ardından, kalkınmaya karşı olmadığını hatta kalkınmayı desteklediğini göstermek için raundun adını “kalkınma raundu” koydu. Üçüncü dünya ülkelerinin Uruguay Raundunda imzalanan anlaşmaların uygulama sırasında sorunlara yol açtığı yönündeki sızlanmalarına karşı, yeni raund gündemine “uygulamaya ilişkin sorunlar” başlığıyla yeni bir madde eklendi ve tabii bu konuda hiç bir değişiklik yapılmadı Doha’da, çünkü amaç yalnızca imaj yenilemekti. Çevrecileri memnun etmek için bir de “Ticaret ve Çevre” maddesi eklendi Doha gündemine.

 

Küreselleşme karşıtlarını şaşırtan bir diğer konu ise 9-14 Kasım tarihlerinde toplanan 4.Bakanlar Konferansında 13 Kasım akşamına kadar hiç bir mutabakat sağlanamadığı halde; nasıl olup ta 14 Kasım sabahı hem de bu kadar agresif bir deklarasyon üzerinde konsensus oluşturulabildiği idi. Aslında, DTÖ’nün konsensus sağlama yöntemleri geçmişten bu yana gayet iyi bilinir ve bu sefer de çok farklı taktiklere yönelmedikleri anlaşıldı kısa bir süre içinde. İlk yöntemin, kapitalist sistem içinde -tüm, açıklık, şeffaflık ve dürüstlük söylemlerine rağmen- çok sık başvurulan “rüşvet verme” yöntemi olduğu anlaşıldı. 13 Kasım günü Avrupa Birliği ile tek tek Afrika’lı Hükümetler arasında yapılan bir dizi toplantıda bu ülkelerin her birine AB Komisyonu tarafından 50 milyon Euro tutarında rüşvet sözü verildiği kulaktan kulağa yayılınca ve bir gazeteci bu konuyu açıklığa kavuşturmak için mikrofonu Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy’e uzatınca; Lamy’nin yanıtı hafif bir tebessüm oldu.

 

İkna etme turlarının farklı çabalarla desteklendiği haberi ulaştı ardından. Bir AB delegesi Filipinler delegasyonunu, belli bir saatte, Tayland delegasyonunun da katılacağı üçlü bir toplantıya davet ediyor ve Filipin delegasyonu toplantı yerine gittiğinde Tayland delegelerinin orada olmadığı görerek neden gelmediklerini sorduğunda AB delegasyonundan “biz başlayalım, onlar da nasıl olsa gelirler...” Filipin delegasyonu AB Komisyonu üyeleriyle kapalı bir odada görüşme yaparken, bir ABD’li delege Tayland delegasyonunu dışarıda yakalıyarak “bakın siz belli konularda Filipinler Hükümeti ile ittifak yaptığınızı zannederken, onlar sizden gizli olarak AB ile pazarlık ediyorlar” diyor ve bu iki ülkenin arasındaki ittifaka nifak sokuyor.

 

Doha’ya karşıtlar grubunda katılan Afrika’lı kitle örgütlerinin sözcüleri ise DTÖ-toplantılarının uzmanlar tarafından bile takip edilmesi ve anlaşılmasının son derece güç olduğunu, Afrika’lı delegelerin ise Hükümet üyelerinden oluşan ve bu konuları hiç bilmeyen bürokratlar olduğunu; dolayısıyla kandırılmalarının çok kolay olduğunu, hatta oylama sırasında neye oy kullandıklarının bile farkında olamayabileceklerini belirtiyorlar. 

 

Aslında tek başına Katar ülkesine giriş koşulları bile DTÖ’nün demokrasiden ne anladığını ortaya koymaya yetecek özellikte. DTÖ, daha Mart ayında Katar’a gitmek isteyenlerin ülke giriş vizesini kendisinden alacaklarını duyurdu ve gerçekten de DTÖ’nün vize onayı vermediği kişiler Doha sürecinde ülkeye alınmadı. Bir dünya Hükümeti olma yolundaki ilk fiili adımını bu şekilde atan DTÖ’nün, bir ülkenin egemenlik hakkını kullanma yetkisini nasıl olup ta alabildiği ise hiç sorgulanmadı.

 

Dünya sermayesinin, yabancıların “arm twisting” adını verdiği, dilimize ise “kol bükmek” şeklinde çevrilen fakat tam olarak “bir amaca ulaşabilmek için zor kullanmak” anlamına gelen yöntemler kullanarak Hükümetlere zorla kabul ettirdiği gündem ise gerçekten kabul edilmesi imkansız olan bir dizi saldırıdan oluşuyor. Elli yıllık GATT süresince yalnızca ithalat rejimleri açısından liberalize edilmiş olan sanayii ürünleri, ilk kez Doha’da başlatılan yeni raundla birlikte önümüzdeki süreçte tam olarak kuralsızlaştırılacak. Başka bir deyişle sanayii sektörlerine -özellikle ekonomik kriz döenmlerinde- sağlanan  yatırım ve vergi avantajları, ihracat sektörlerine yönelik teşvikler, daha düşük bedel karşılığında enerji kullanımı v.b avantajlar biçimindeki destekler artık tarihe gömülüyor. Çünkü, egemen dünya sermayesi bu tip kamusal teşvik ve desteklemelerin serbest piyasa ekonomisinin işleyişi önünde birer engel oluşturduğunu ve haksız rekabete yol açtığını iddia ediyor. Görülen o ki, eşitsizliğe dayanan kapitalist yarışın, bundan sonrasında “eşit” koşullarla sürdürüleceği gibi bir izlenim yaratılmak isteniyor. Diğer yandan, yarışın başlangıcının her yarışçı için farklı bir nokta olarak belirlenmiş olması; yani her sermaye grubunun farklı birikim ve sömürü süreçleri üzerinden bugün gelinen aşamada çok farklı gelişmişlik düzeyine ulaşmış olmaları, bu durumun serbest rekabet argümanını ortadan kaldırdığı ve bu yüzden hiç bir makyajın bu yarışı “eşitmiş gibi” göstermeye yetmeyeceği apaçık ortada.

 

Atılan bu adımların işçi sınıfına yansımalarına göz atacak olursak; önce küçülmek ardından ise tamamen faaliyetsizleşmek zorunda kalan sanayii işletmelerinde halen çalışmakta olan işgücü, kronik işsizlik olgusu ile karşı karşıya kalacaktır. İşgücüne sağlanan sosyal-kamusal korumalar da kaldırılmış olacağı için , yaşam, bu yığınlar için tam anlamıyla çekilmez bir hal alacaktır. Artan işsizlik, sendikasızlaşmayı da beraberinde getirecek, örgütlü kalmayı başaran sendikaların pazarlık gücü gerileyecektir.

 

İflas eden firmaların bir bölümü yabancı şirketlerin eline geçecek ve üretim –farklı yöntemlerle de olsa- devam edecektir. Fakat yabancı şirketlerin, verimlilik artışı, kalite ve rekabet gerekçeleriyle farklılaştıracağı üretim organizasyonu ve insan kaynakları planlamaları bir yandan işgücü sayısını en alt düzeye indirmeyi amaçlarken, bir yandan da kalan işgücü üzerindeki üretim, maliyet gibi baskıların artmasına yol açacağı göz önüne alınacak olursa, ilk etapta “şanslı” olarak nitelendirilebilecek olan işsizleştirilmeyen işçi grubu için bile sağlıklı bir gelecek öngörüsü pek mümkün görünmemektedir.  

 

Doha kararları arasında ekmeğini zaten büyük güçlüklerle ve giderek küçülen gelirlerle çıkarmaya çalışan küçük çiftçiler, balıkçılar ve diğer dar gelir gruplarını da etkileyen bir dizi girişim bulunuyor. Planlanan neo-liberal adımlar  farklı alanlara yoğunlaşmış ve temelinde anti-kapitalist ögeleri barındırmayan küreselleşme karşıtı gruplar arasında bazı çatışmalara da yol açabiliyor. Örneğin balıkçılık sektörüne yönelik desteklemelerin kaldırılması ile ilgili karar çevreci gruplarca “balık neslinin ve türlerinin kurtulması, koruma altına alınması” biçiminde algılanıp;bir “başarı” olarak değerlendirilirken, ekmeğini bu alanda çıkarabilen ve başka hiç bir şansı olmayan küçük balıkçılar için aynı karar “açlık” anlamına geliyor. Bu tip çatışmalı olgular kapitalizmin, toplamı sıfır olan bir sistem olduğunu, yani bir kesim kazanırken bir diğerinin kaybetmek zorunda olduğu özüne dayandığı gerçeğinin daha net görülmesini kolaylaştırıyor.

 

Çok Taraflı Yatırım Anlaşması – MAI’nin de Dünya Ticaret Örgütü gündemine dahil edildiğini belirtmiştik. Aslında bu anlaşma ile ilgili olarak 2003 yılında başlatılacak müzakerelerin kuralları çoktan belirlenmiş durumda. Dünya sermayesi 1998 yılında MAI süreci kesintiye uğradığından beri, yıllardır harcadıkları emeğin boşa gitmesine asla izin vermeyeceklerini bu süre zarfında sürekli tekrarlayıp duruyorlardı. Bu bağlamda değil yeni anlaşmanın müzakere yöntemleri, tek tek hükümlerinin bile hazır olduğunu söylemek pek yanlış olmayacak. Yine de MAI’nin o son derece ağır içeriğini burada kısaca hatırlatmakta yarar var:  Yabancı yatırımcılara ulusal muamele ilkesi uygulanacak ve bu hüküm gereği yabancı yatırımcıya yerli yatırımcıdan daha kısıtlı bir uygulama yapılamayacak; kilit personel hükmüne bağlı olarak yabancı şirketler faaliyetleri için gerekli personeli -düzeyi ne olursa olsun- istediği ülkeden getirebilecek ve bu personele de ulusal muamele ilkesi hükümleri uygulanmak zorunda; doğrudan ve dolaylı kamulaştırma ile sonucu dolaylı kamulaştırmaya benzeyen her türlü kamusal girişimi yasaklayan hüküm uyarınca kamudaki eğitim kurumlarından, sağlık kurumlarına, ulaşımdan, enerjiye kadar bütün hizmet ve mal üretiminin ya özelleştirilmesi ya da piyasa ekonomisine açılması gerekiyor; ayrıca emeği sınırlı da olsa güvence altına alan yasalar, örneğin sosyal güvenlik yasası ve asgari ücret yasası gibi kamusal düzenlemeler de bu kapsamda dolaylı kamulaştırma olarak kabul ediliyor ve MAI bu tip düzenlemeleri yasaklıyor; yabancı şirketlerden teknoloji transfer etmeleri ya da belli sayıda istihdam yaratmaları veya üretimleri sırasında yerli girdi kullanmaları ve benzeri diğer performans gereklerinden hiç biri talep edilemeyecek.   

 

Diğer yandan, karar altına alınan anlaşmaların MAI de dahil olmak üzere önemli bir bölümünün müzakerelerinin 2003 yılında yapılacak olan DTÖ-5. Bakanlar Konferansına bırakılmış olması muhalif hareketlere sınırlı da olsa bir zaman tanıyor. Bu süreçte zarar gören emekçi ve yoksul kesimlerin örgütlerine düşen görev ise, başta DTÖ’nün ve Doha raundunun işleyiş süreci olmak üzere kapitalist çevrimin tüm anti-demokratik, eşitsiz yapısının verilerle teşhir edilmesi olacaktır.

 

Aslında ne DTÖ ve ne de Doha süreci sürpriz yaratmamalı ve kapitalizmin terbiye edilemeyeceği unutulmamalıdır. Karşı mücadele süreçlerinde başarı ya da başarısızlık olarak adlandırılacak sonuçlar da, aynı bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Örneğin Seattle’ı başarı veya Doha’yı başarısızlık şeklinde yorumlamak hedefi yalnızca DTÖ raundlarıyla sınırlı tutmakla eşdeğerdir. Oysa, kapitalizm DTÖ, IMF ya da Dünya Bankası değil, bir sistemdir. Başka bir deyişle kapitalizm pekala IMF’siz DTÖ’süz de varlığını sürdürebilir. 

 

Sonuç olarak; önümüzdeki süreç, emekten yana güçler açısından ciddi bir sınav olacak gibi görünüyor. Gerek siyasi partiler ve gerekse sendikaların örgütlenme çalışmalarının ana ekseni, artık, çalışanların yanısıra işsiz yığınları da kapsamalı, tarım alanlarından metropollere yaşanacak göç dalgası da göz önüne alınarak eğitim faaliyetlerinde geniş yığınlar hedeflenmelidir.