mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Gaye Yılmaz - KIZILCIK DERGİSİ - Temmuz 2002
|
Olaya ilişkin çeşitli
ülkelerden gelen tepkiler de Fransa içindeki tepkilerden çok farklı değil. Sesini ilk
kez “Padenia’ya özgürlük”, “İtalya’nın kuzeyi bizimdir, zengin kuzey yoksul
güney’i besleyemez” sloganlarıyla duyduğumuz İtalyan Kuzey Birliği Partisi, Le
Pen’i zaferinden ötürü ilk kutlayan parti oldu. Aşırı milliyetçi Rus lideri
Vladimir Jirinovski ise sevincini “Le Pen’in başarısına benden çok sevinen olamaz.
Fransa yurtseverleri, zafere çok yakın” sözleriyle dile getirdi. İki yıl önce
Avusturya genel seçimlerinde Avrupa’da ilk şoku yaratan faşist lider Jörg Haider de
Fransa’da aşırı sağ’ın elde ettiği başarıdan büyük bir mutluluk duyduğunu
inkar etmeyen siyasiler arasındaydı. Bu saydığımız Fransa dışı tepkiler
“normal” kategorisinde ele aldıklarımız. Normal dışı gördüklerimiz
ise, kendi içinde çelişkilerle dolu, sol’la hiç bir ilgisi olmayan kendi
“doğru”larını genel bir kabul gibi topluma dayatma çabası içinde olanların
bilinçli yönlendirmeleridir. Bu yönlendirmeler diyalektik bir analize tabi
tutulduğunda, aslında bugün dünya sol’unun neden dağınık ve parçalı halde
olduğu ve bu parçaların -hiç değilse nitelik anlamında benzer olanlarının- nasıl
olup ta bir araya gelemediği ve dolayısıyla “ne yapmak gerek” gibi hayati
soruların yanıtlarıyla ilgili sayısız ip ucuna ulaşmak mümkün görünüyor. Şimdi birer birer bu bilinçli
yönlendirmelerin üzerinden gitmeye çalışalım: · Merkezdeki ılımlı partiler, çoğunluğun
beklentilerine ve isteklerine cevap veremez oldu. Aşırı uçlardaki siyasi partileri
adres gösteren bu tespitte, “çoğunluk” ve “beklentiler” gibi temek kavramların
altlarının doldurulmadığı dikkat çekiyor. Ayrıca, kapitalizmin küreselleşme
sürecinde ulus devletlere verilen rolün, daha doğrusu onlardan geri alınan rollerin
perdelenmeye çalışıldığı ve sanki bir başka siyasi yapı iktidara geldiğinde rol
dağılımının yeniden eski biçimine dönmesi mümkünmüş gibi bir yanılsama
yaratmak istendiği son derece açık. Aşırı uçlardaki partileri topluma bir tehdit
gibi göstermeyi amaçlayan bu anlayış, böylece oyların merkez partilerde
toplanmasına yardımcı oluyor. Ancak, oy yığılmaları kaza sonucu merkez partiler
yerine aşırı -sağ- partilerde gerçekleştiğinde de önce büyük bir fırtına
koparılıyor, arkadan da bu partilerin siyasi kimliği unutturularak kapitalist
politikaların -önceden yapılan pazarlıklarda belirlendiği şekilde- aksatılmadan
uygulanmasına geçiliyor tıpkı 2 yıldır Avusturya’da yaşandığı gibi. Ancak,
toplumlar olan bitenden öylesine habersiz ki, bütün ülkelerde aynı süreçler
yaşandığı halde, İspanya sendikaları emek-karşıtı politikalardan sağcı Aznar
Hükümetini sorumlu tutarken, Avusturya Sendikaları ülkede budanan sosyal hakları
-adeta, yaşananlar istisnai gelişmelermiş gibi- kurtarabilmek
için dünya işçi hareketinden yardım talep ediyor, İngiliz Sendikaları, kendi
ülkelerindeki neo-liberal süreçleri açıklarken “İşçi Partisi iktidarda
olmasaydı, bu süreç çok daha yakıcı bir şekilde yaşanırdı” demek suretiyle
teselli arıyor ve yediden yetmişe Avrupa halkı, -geriye pek bir şey kalmadığı
halde- kazanılmış haklarının geri alınacağına (?) hiç ihtimal vermiyor. · Artan uluslararası rekabet ve ülke içinde uygulanan
mali politikaların etkisiyle işsizlik hızla yükseldi, halk, işsizliğin temel nedeni
olarak ucuz işgücü sunan yabancıları gördü. Bu tespitte bir yandan,
uluslararası rekabete karşı durmanın iktidar değişikliği ile mümkün olabileceği
izlenimi yaratılırken; diğer yandan ülke içinde uygulanan mali politikaların
iktidardaki siyaset anlayışı doğrultusunda belirlendiği, yani bu siyasi anlayış
değiştirildiğinde uygulanan politikalarda da büyük değişiklikler olabileceği
inancı yaratılmaya çalışılıyor. 60’lı ve 70’li yıllarda değil işsizlik
yaratmak, ülkedeki sermaye birikim süreci ve sanayii gelişiminin hızlanmasına katkı
koyan yabancı işçilerin, bugün işsizliğin nedeni olarak gösterilmesinde asıl
hedef, kapitalist sürecin kendisini ve sınıflar arası çatışmayı perdelemek ve
küreselleşme karşısında yapay bir anti-tez oluşturmaktır. Böylece, her ikisi de
kapitalist olan iki süreç kapalı ekonomik sistemle, serbest piyasa sistemi sanki
birbirlerine alternatifmiş gibi sunulabilmekte, gerçek anti-tez olan işçi
sınıfının birliği ise perdelenebilmektedir, zaten amaç da budur. İşçi sınıfı
açısından sorun ise; emek karşıtı, anti-sosyal ekonomi programlarının nasıl olup
ta, örneğin, diğer Avrupa ülkelerine oranla çok daha az dış göç alan, işsizlik
oranı en düşük Avrupa ülkelerinin başında gelen ve üstelik bir AB üyesi de
olmayan Norveç gibi ülkelerde de uygulanabildiğini sorgulamak olmalıdır. Bu
sorgulamanın sonuçları, toplumları,
kapitalist sistemi doğru algılamaya götüreceği için işçi sınıfının kendi
birliğini oluşturma yönündeki çabaları da nesnellik kazanacaktır. · 11 Eylül sonrası bütün batı ülkelerinde yükselen
İslam düşmanlığı, “Kuzey Afrikalılar, Türkler ve diğer Müslümanlar
dışarı” diyen Le Pen’in ekmeğine yağ sürdü. Küreselleşme
karşıtlığını, emek-sermaye çatışması biçiminde doğru olarak algılanması yerine, medeniyetler arası bir
çatışmaya (Huntington’ın tezi) indirgemeyi tercih eden sermaye, özgürlüğünün
hangi algılama egemen olduğunda biteceğini gayet net bir şekilde öngörebilmekte ve
kartlarını da buna göre oynamaktadır. Emekçilerin gözden kaçırmaması gereken
gerçekler ise, ne İngiltere’deki İşçi Partisi iktidarı, ne “Sosyalist” Jospin
hükümeti , ne Almanya’daki sosyal demokrat Schroeder iktidarı ve ne de Avusturya’da
Jörg Haider’in aşırı sağ partisinin ağırlıkta bulunduğu koalisyon hükümetinin
kapitalizmin küreselleşmesini sekteye uğratacak tek bir adım atmadıkları gibi bu
süreci desteklediklerini açıkça ortaya koyan politikalar uygulamakta olduklarıdır. · Amerikan kültürü hegemonyasının (Disney Land ve
McDonald’s ların ülkeyi işgal etmesi) giderek artması ve Fransız kültürünün
yavaş yavaş ortadan kalkma tehdidiyle karşı karşıya bırakılması. Kapitalizmin,
önüne çıkan herşeyi metalaştırırken kültürü de göz ardı etmediği
unutulmamalıdır. Bu anlamda, Amerikan kültürünün ülkelerinde egemen olmasından
endişe duyan Fransızlar, acaba Fransız film sanayicilerinin dünyanın çeşitli
ülkelerinde başat konuma gelme yolundaki çabalarına da karşımıdırlar? Ya da
halkın bir bölümü kültür emperyalizmine karşı olsa bile Fransız kültür hizmeti
şirketlerinin aynı görüşü paylaştıkları düşünülebilir mi? Başka bir
deyişle, Fransa’da muhafazakar, aşırı sağ ve milliyetçi bir partinin iktidara
gelmesi halinde ve yabancı kültürlerin ülkedeki hakimiyetine son verme yönünde bir
adım atıldığında derhal kültür ticareti ambargoları uygulanacağından Fransız
kültürünün başka ülkelerdeki yayılmacılığı da tehlikeye girecektir. Yani,
böylesi bir girişime ilk tepki, bu adımı atan partiyi iktidara taşıyan Fransız
burjuvazisinin bizzat kendisinden geleceği içindir ki adı sosyalist, muhafazakar ya da
milliyetçi olsun bugün kapitalist bir dünyada hükümet olan partilerin politikaları
arasında hiç bir fark bulunmamaktadır. · Sandığa gitme ve oy
kullanma oranındaki aşırı gerileme, yani politikalara duyulan tepkiler Le Pen’e
büyük bir başarı kazandırdı... Bu tez’in mesajı son derece açıktır:
“Toplumlar “demokratik” haklarını kullanmaktan vaz geçerlerse, sonuç faşizme
kadar gidebilir”. Mesajdan ziyade bir tehdit olan bu savda da halklar, sistem partileri
yani kapitalizm içinde bir tercihe
zorlanmaktadır. Oysa bugün, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde, parlamenter sistem
içinde yer alan komünist partilerin programları bile -artık uygulanabilirliği
kalmamış olan- sosyal demokrat politikaların ötesine geçememektedir. Ve kapitalist
sistemin, kendi iktidarını -üstelik parlamenter sistem üzerinden- teslim
etmeyeceğinin en açık kanıtları, önce Sırbistan-Kosova savaşı ardından bölgede -Miloseviç görüntüsü ardında- fakat
gerçekte radikal sistemlere karşı burjuva demokrasisinin yapay olarak yükseltilmesi,
iki yıl önce Avusturya’da yükselen sağ-milliyetçi eğilimlere karşı neredeyse
tüm Avrupa’nın olayı günlerce gündemde tutmayı başarması; fakat bir koalisyon
formulü ile iktidar olan aşırı sağ partinin politikalarının hiçbir milliyetçi
öge barındırmıyor olması ve Avrupa’da son on yılda farklı ülkelerde çeşitli
dönemlerde iktidar olan “sosyalist partiler”in de neo-liberalizm batağından
çıkmayı bile denememiş olmalarıdır. · AB’nin pratikte ne olduğu halka yeterince
anlatılmadığı için sıradan Fransız vatandaşları AB’yi kendilerini
fakirleştiren ve ellerindeki hakları alan bir teknotratlar topluluğu olarak gördü...Bu
tespitte, ne tespiti yapanın “AB’nin topluma yeterince anlatılmadığı”
görüşüne ve ne de halkın “AB’yi kendilerini fakirleştiren ve ellerindeki
hakları alan bir yapı” şeklindeki öngörüsüne katılmamak mümkün değil. Evet,
Avrupa toplumunun Avrupa Birliğini yeterince anlamadığı ve AB’nin kapitalizmi bir
dünya sistemi haline getirmedeki rolü ve önemini kavramadığı açıktır. Aksi
taktirde, Birliğin kazanılmış hakları gasp ettiği gibi sağlıklı bir tespiti
yapmış toplumların, Birlik yanlısı sosyalist ya da milliyetçi partilere umut
bağlamak ya da çareyi göçmen nüfusu
dışlamakta görmek yerine, bir sistem olarak kapitalizme karşı dünya emekçileriyle
bütünleşmenin yollarını arıyor olmaları gerekirdi. Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı
seçimleri ve bu konudaki farklı görüşler üzerine söylenecek daha pek çok şey
olduğu muhakkak. Fakat, yazının başında da belirtildiği gibi, sonuç
değerlendirmelerini ele alışımızın asıl nedeni, buradan yola çıkarak dünya
emekçi katmanlarının bugün içinde bulunduğu parçalanma sürecine karşı
sağlıklı yanıtlar üretebilmek. Bu bağlamda, yukarıdaki analizlere ek olarak işçi
sınıfı içindeki tartışmalar ile sınıfın örgütleri konumunda olan dünya
sendikal hareketinin içinde bulunduğu açmazlar ve bilinç bulanıklığının da
farklı boyutlarıyla masaya yatırılması gerekiyor. Kısmen Le Pen olayı analizinde
de değinildiği gibi, en yaygın yanılsamaların başında kapitalizmin
küreselleşme sürecinin yalnızca çok uluslu şirketlerle özdeşleştirilmesi
geliyor. McDonald’s, Coca Cola ya da Nestle gibi sistemle simgeleşmiş şirketlerin
karşıtlıkta öne çıkarılması bir sistem olan kapitalizmin tüm boyutlarıyla
görülebilmesi ve anlaşılabilmesi önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Bu
yazının devam eden bölümlerinde resmi istatistikler ve diğer verilerle de
görüleceği gibi dünya sahnesinde en çok sözü geçen ve toplam varlığın
paylaşımında öncü konumda olan ulusötesi şirketlerin dünya toplam istihdamındaki
payları son derece düşüktür. Bu nedenle, ÇUŞ’ların öne çıkarılması,
kapitalist üretim ilişkilerinin en yoğun yaşandığı, olmamaları halinde kapitalist
sistemi de bir var olma ve olmama noktasına taşıyabilecek kadar piramidin en üst
katmanıyla entegre olmuş, KOBİ ve daha alt düzeydeki şirketlerin oluşturduğu geniş
bir alanı perdelemektedir. Bir diğer yanılsama, kapitalizm
ve yoksulluk arasında kurulan mutlak ilişkide göze çarpıyor. “Kapitalizm=Açlık”
ve benzeri söylemler, gelişmiş batı ülkelerinde uygulanan sistem sanki kapitalizm
değilmiş gibi yanlış bir algılamaya ve hatta işçi sınıfının batı kapitalizmini
kendine model olarak seçmesine yol açmaktadır. Bu yanılsama, toplumların satın alma
güçlerindeki farklılıkların artı değer sömürüsünü ortadan kaldırmadığı,
üstelik gelir ve refah düzeyi yükselen batılı işçilerin emek gücünün -sanayii,
tarım ve hizmetlerde ileri teknoloji kullanılması dolayısıyla- çok daha yüksek
oranlarda sömürüldüğü gerçekliklerini unutturduğu gibi, batılı işçi
sınıfının “homojen, aynı çalışma ve yaşam standartlarına sahip” tek tip bir
kitle olduğu yönündeki görüşleri de desteklemekte, sistemin, işçi sınıfını
düz işçi, nitelikli işçi, göçmen işçi, kayıt dışı işçi biçiminde kamplara
bölerek işçi aristokrasileri yarattığını gizlemektedir. Sol platformlarda
“üçüncü dünyacı görüş” olarak adlandırılan ve zengin kuzey’in yoksul
güney’i sömürdüğü biçiminde ifade edilen anlayışı da besleyen
“kapitalizm=açlık” söylemi, kuzeydeki kapitalizmi işçi sınıfı gözünde
idolleştirmekte ve kapitalizm karşıtlığından çok, batı kapitalizmine duyulan
kıskançlığı çağrıştırmaktadır. Diğer yandan içinde bulunduğumuz sistemin,
geniş yığınlar tarafından açlık ve yoksulluk şeklinde yaşandığı yadsınamaz
bir gerçekliktir. Fakat, bugün -belki de işçi sınıfının bütünlüğünü
sağlamada sıkıntılar yaratabileceği öngörülerek- pek dile getirilmeyen,
kapitalizmin yer yer yoksulluğa yol açmadan da sömürüyü sağlayabildiği fakat bu
sömürünün bedelinin hem sömürülen işçi hem de kapitalistin karlılığını
yükseltmek adına işsizleştirdiği kitleler tarafından ödendiği gerçeğinin
üstünün örtülmesi, özellikle ileriki aşamalarda işçi sınıfını zaafa
sürükleyebilecek kadar riskli bir tutumdur. Bir başka karmaşa da kapitalist
ekonominin kavramlarında yaşanıyor. Sosyalizm ile Sosyal Demokrasinin adeta iç
içe geçtiği ama bu kaynaşmanın sonucunda ortaya çıkan anlayışta sosyalizmden eser
bile bulunmadığı 60’lı ve 70’li yıllara damgasını vuran kapalı ekonomik
sistemler, bugün işçi sınıfına sanki sosyalizmmiş gibi anlatılmaktadır. Bu
anlamda, Milli Gelirde artış, büyüme ve kalkınmanın sağlanması, bütçenin fazla
vermesi, enflasyonun düşürülmesi gibi klasik iktisadın -aslında Marxist
perspektiften teşhir edilmesi- gereken temel kavramları emekçilere birer umut kapısı
gibi gösterilmekte ve sınıf mücadelesi süreçlerinin sürekli olarak ertelenmesine
yol açmaktadır. Bugün, dünyanın pek çok
yerinden “Başka bir dünya mümkün” “Dünyamız satılık değil” “Kapitalizm
öldürür”çığlıkları yükselirken ve bu ortak sesin sahiplerinin sav ve
ideolojileri tek incelendiğinde ortaya, kapitalist jargonda sıkça ve olumlu anlamda
tekrarlanan “çeşitlilik” manzarası çıkmaktadır. Kapitalist sistem bu “fikri
çeşitlilik”i, bir zenginlik olarak tanımlar ve bu kaynaktan da beslenir. Çünkü bu
sistem için tehlikeli olan, geniş kitlelerin ortak doğrularda buluşmasıdır. Bu oyunu
bozacak yegane dinamik, ekonomik süreçler içersinde, emek-sermaye çatışmasındaki
konumunu birincil kimliği haline getiren emekçilerin birliği olacaktır. Bu birliği
sağlayacak unsurların başında politik
önderliğin yanı sıra, kapitalist sistemin kavramlarıyla kuşatılan beyinlere
ulaşılarak, bilinç özgürleşmesinin sağlanması gelmektedir. |